12 Aralık 2010 Pazar

Semih Kaplanoğlu Konuşur...

Fotoğraf: Sancar Dalman

semih kaplanoğlu-cihat duman

İç-Gündüz

Semih Kaplanoğlu Konuşur...


– Sondan başlayalım isterseniz, üçleme gibi. Yeni bir film projeniz var mı? Kimler görev alacak bu projede?

Daha henüz bir şey yok üzerine konuşabileceğim; şu olur, bu olur; şu senaryo olur, bu senaryo olur…

– Hayırlısı olsun. Cioran’ın bir sözü var: “nihai dersleri ancak sanat dışında yaşayanlar çıkarabilirler. İntihar, azizlik, kötü alışkanlık- yetenek yoksunluğunun nice biçimi. İster doğrudan ister kılık değiştirmiş, söz, ses ya da renk aracılığıyla yapılan itiraf, iç kuvvetlerin birikmelerini durdurur ve dışarının dünyasına atarak bu kuvvetleri zayıflatır. Her yaratma fiilini bir kaçış etkeni haline getiren kurtarıcı bir azalmadır bu. Fakat enerjilerini biriktiren kişi, baskı altında, kendi aşırılıklarının kölesi olarak yaşar; mutlak içinde batmasını hiçbir şey engellemez…” Sizin itirafınız önceleri şiirleydi. şimdiyse sinema. Öncelikle şiir yazmaya devam ediyor musunuz? Sonra da bu iki sanatın sizce neden yakın durduğunu öğrenmek isterim?

Valla, bir şair gibi şiir yazmıyorum, yani yazamıyorum. Çünkü şiire tüm hayatınızı vermeniz gerekir. şiir boşluk kabul etmez. Ama karaladığım şeyler de yok değil. Öyle söyleyeyim. Filmle ilgili, sinemayla ilgili süreçte her zaman şiir benim için bir üretme yöntemi olarak başvurduğum bir bilgi. Şiir bütün sanatların özünde yer alan bir şey. Şiir bizi nesneyle, zamanla, mekânla ilişkilendirir. Yani şiirin süzgecinden geçmemiş bir yapıt bence her zaman bir eksikliği barındırır içinde. Yani bu görsel sanatlar da olabilir, edebiyat da olabilir. Şiir ön koşullardan biridir. Yani dünyayı anlamak için, verili dili kırması hasebiyle aslında dile karşı bir yapıdır şiir.

– Dile karşı gelen bir yapı… Yani bunu düzyazıya…

Aslında sözcükler bizim anlaşmamızı sağlayacak şeyler değil. Sözcükler iletişime yaramazlar. İletişim üstü bir şeydir sözcükler. İletişimin, algının olmadığı yerde şiir devreye giriyor.

– Yani şiir dili gerçek dilden bir kaçış ise sizin sinemanızın dili de gerçek dilden bir kaçıştır.

Hayır, böyle yorumlayamayız. Bu yanlış bir yorum. Ben “gerçek” diye bir kelime kullanmıyorum. Yani bunu böyle yorumlarsanız yanılırsınız.

– “Gerçek” derken, ben bizim algıladığımız gerçekten bahsediyorum.

Şimdi terminolojiyi doğru kullanmamız lazım. Yani ben algıdan da bahsetmedim, gerçekten de bahsetmedim. Ben dilden bahsettim. İletişim dilinden bahsediyorum, insanların kurduğu dilden bahsediyorum. Şimdi konuştuğumuz dilden bahsediyorum. Farkındaysanız sinemamda çok az konuştururum. Ben de çok fazla konuşmayı seven biri değilim. Gördüğünüz gibi şu anda zaten anlaşılmazlık başlıyor. Siz kendiniz “gerçek” diyorsunuz. Halbuki ben gerçeğin adını anmadım. Bir de şu yaptığınız alıntıyı ben hiç anlamadım. Hiçbir şey anlamadım alıntıdan. Ve Cioran’ı hiç sevmem.

– Çok melankolik mi buluyorsunuz?

Hayır, onun nihilizmini hiç sevmiyorum. Yani bu sorunuz ondan temellendiği için bağlantı kuramıyoruz sizinle. Yani… (Burada Semih Kaplanoğlu nefesini tutup bekliyor. Susuyor.)

– Anladım. Diğer sorumuza geçelim. Kısa süreliğine de olsa Ece Ayhan ile aynı evi paylaştığınızı, bir zamanlar edebiyat dergilerinde şiir yayımladığınızı biliyorum. şiirle yoğun olarak hemhal olduğunuz o yıllarda en çok etkilendiğiniz, takip etiğiniz şair kimdi?

İkinci Yeni’yi yoğun olarak takip ettim. modern Türk şiirini diyelim; bir ucu Yahya Kemal’e ve Ahmet Hamdi Tanpınar’a diğeri Ahmet Hâşim’e değen bir tarafıyla da Edip Cansever, Turgut Uyar’a eklemlenen o şiiri takip ettim. Özellikle İlhan Berk, Ece Ayhan, Behçet necatigil, Sezai Karakoç gibi şairle-ri yoğun okudum, etkilendim. Hâlâ da okuyorum. O şairlerden hem şiirle ilgili bir zevk hem de bir okuma ve öğrenme yönü kazandım. Öte yandan o tarihlerde çok gençken, yirmili yaşların başındayken onlarla tanışmış olmam, -Ece ağabeyle ve diğerleriyle- beni etkilemiştir. Onların ortaya koyduğu ahlaklı yaşama, hayatla kurdukları bağlantı ve eserlerinde yaptıkları şeyler bir tutarlılık içinde oluyordu. Sadece şiir yaparkenki tutumları değil, hayatı yaşarkenki tutumları da önemli bir değerdi.

– Siz söylerken kafama bir soru takıldı: Ece Ayhan’ın bazı durumlarını anlatan kitaplar var. Bunlarda Ece Ayhan sizin bahsettiğiniz gibi tutarlı bir hayat yaşamadığını biliyorum ben.

Tutarlılıktan ne anlıyorsunuz siz?

– Tutarlı derken, iki gün sevdiği bir insana üçüncü gün savaş açabilen bir insanmış. Biz öyle duyduk.

Öyle duymuşsunuz ama mesela bunda karşı tarafın da hataları olabilir. Ece, zor bir adamdı. Benim tutarlılıktan kastım şudur: Kendi şiiri ile kendi hayatı arasında görülmez bir şekilde tutarlılık var.

– Cahit Zarifoğlu’nda da olan bir şeydir.

İnsan ilişkisi çok başka. Bu ilişki tek yönlü değildir. Ece çok duyarlı, insan gibi insan olan bir insandı. Haksızlıklara, sadece kendisine yapılmış değil bir başkasına yöneltilen haksızlığa da tepki gösterirdi ve davranışlarında insanlığı, “ahlakı” gözetirdi.


(Küçük bir kısmını yayınladığımız söyleşinin devamını 8. sayımızda okuyabilirsiniz.)

AFYON!

Tülin Özen'in gözünden Semih Kaplanoğlu

“Semih Bey, Sette ‘Hediye An’ Diyebileceğim Bazı Anları Yakaladığı Zaman Mutlu Olur ve Bunu Filme Dahil Eder.” başlığını taşıyan Tülin Özen-Cihat Duman söyleşisini yeniyazı'nın 8. sayısında bulabilirsiniz.

Bitmez Bu şiirin Gamı, Keyfiyyeti: Eski Türk Edebiyatında Afyon

(Burada tadımlık bir parçasını gördüğünüz Bahadır Sürelli'nin yazısının tamamını dergimizin 8. sayısında okuyabilirsiniz.)

Eski Türk edebiyatında şarap, esrar ve afyon hem insan zihninde yarattıkları hâller hem de temsili (alegorik) anlamları dolayısıyla oldukça önemli bir yer tutar. Gönül Alpay Tekin’in de belirttiği gibi bu, maveraünnehir, Horasan, İran ve Anadolu’da daha 12. ve 13. yüzyıllardan beri yaşayan ulusların, özellikle sufi dervişlerin arasında şarap içme ve afyon çiğnemenin yaygın olması sonucunda, yaşantının edebiyata yansımasından ve bu ülkelerde iyice gelişip yerleşen birtakım felsefi düşüncelerin şarap ve afyon ile temsil edilmesi yoluna gidilmesinden doğmuştur. Bilindiği üzere lirik Osmanlı şiirinde aşk, sevgili, gül ve bülbül gibi remizlerden sonra kendisinden en çok bahsedilen şeylerden biri de müskirat, yani keyif ve sarhoşluk verici maddelerdir. Sadece gazellerde değil, müskiratı anlatmak için yazılmış olan manzumelerde ve hatta kimi zaman müstakil eserler şeklinde yazılmış alegorik mesnevilerde de (çoğunlukla da sakinamelerde) karşımıza çıkarlar. Örneğin Nevizade Atayi’nin (öl. 1635), revani’nin (öl. 1523), Hayreti’nin (öl. 1534), Kâşif ’in (d. 1666) ve Ayni’nin (d. 1766) sakinameleri ya da işretnamelerinin yanı sıra; Fuzuli’nin (öl. 1556) Beng ü Bâde’si, Yusuf Emiri’nin (öl. 1433) Beng ü Çagır’ı gibi eserler sadece afyon, esrar, şarap ya da benzerlerinden bahsetmeleri dolayısıyla bu literatürün önemli örnekleri olmuşlardır.

Divan şiirinde macun, toz, gubar, hatt, cür’a, tiryak, gam, ecza, terkib, beng, türab, hap, berş, dud-ı siyah gibi ifadeler hep afyon veya esrar anlamında kullanılmıştır. Örneğin, “ne berg-i güldür o leb çiğnesem şeker sanırım” (o dudak nasıl bir gülün yaprağıdır, çiğnediğim zaman şeker sanıyorum) diyen Nedim de sevgilisinin dudağını gül yaprağına benzeterek, tıpkı haşhaş içenler gibi kendisinin sevgilisinin dudağını çiğnediğini anlatmıştır.

Özellikle ramazan aylarında tiryakilerin sahur vaktinde kâğıda sarılmış afyon hapları yuttukları bilinmektedir. Divan edebiyatında bazı beyitlerde bu şekilde kefene sarılan afyonun telli duvaklı bir geline benzetildiğine rastlarız. Afyonun en çok benzetildiği şeylerden biri de sevgilinin benidir. Hem şaraba kıyasla “kuru” olması hem de fiziksel olarak bir sevgilinin yüzündeki siyah benleri andıran hap şeklinde olması dolayısıyla sıklıkla “ben”lere benzetilmiştir afyon. Nitekim Nevizade Atayi’nin “habb-ı siyâh-ı hâl-i le-bündür gıdâ-yı rûh” (ruhumun gıdası, dudağının hapa benzeyen siyah benidir) demesi de bundandır.

Esrar, toz halinde bulunduğu için aynı zamanda çokluğu dile ge-tirir. Tasavvufta ise çokluk, evrende görülen çeşit çeşit nesneler ve olaylar aslında ‘bir’in görünümleridir. Bu çokluktaki birliği (tevhidi) gören kimse buna hayran kalır. Aynı şekilde toz halindeki esrarı içen kişiye de hayran adı verilir. 17. yüzyıl şairlerinden Sabuhi Dede’nin aşağıdaki beyiti de işte bu şekilde hayran olmakla ilgilidir. Sofuların şaraptan vazgeçerek (ya da şarap içmeyi reddederek) feleğin sırları içerisinde, şarap yerine esrar içerek kendilerini kaybettiklerini, hayranlığa düştüklerini anlatmakta ve bunu bir sersemlik olarak nitelendirmektedir:

“Sûf îyi gör ki geçip devr-i mey-i gül-fâmdan
Çarhın esrârında hayrân oldu sersemlik budur”

[...]

Yaraya Tutulan Ayna

2010 Arkadaş Z. Özger Şiir Ödülü'nü alan dergimiz yayın kurulu üyesi Gökhan Arslan'ın ödüllü dosyası Mayıs Yayınları'ndan çıktı!


hadi kalk, eve gidelim artık

hayat bu gece bize yatıya gelecek

yarın sabah erkenden; k a n a h ü r m e t

YGS deneme sınavında yeniyazı!

Dergimiz okurlarından biri, YGS deneme sınavlarından birinde aşağıdaki soruya rastlamış. Sevinelim mi üzülelim mi bilemedik!?

(I) Günümüz şair ve yazarları, Türkiye’nin her yanında yüzlerce dergi yayımlıyor. (II) Ama bunların çoğu ülke genelinde etkili olamıyor; dikkati çekecek, okunacak nitelikte değil. (III) Geçenlerde, bu dönemin yayınlarından biri olan, genç kuşak edebiyatçıların çıkardığı “Yenizyazı” adlı dergi elime geçti. (IV) Öncekilere göre daha fazla şiir dosyasının incelendiği ve bu yönüyle okurlarına doyurucu gelen dergi, henüz iki yaşında. (V) Dergide hem genç kuşağın şiir ve öykülerinin en yetkin örneklerini takip edebiliyorsunuz hem de Türk ve dünya edebiyatının özgün çalışmalarını. (VI) Yeniyazı, bu nitelikleriyle sürekli izlenebilecek farklı çizgide bir dergi olmaya aday görünüyor.

Bu parçada numaralanmış cümlelerin hangisinden başlanarak sözü edilen dergiyle ilgili olumlu eleştiriye yer verilmiştir?

Necmiye Alpay yazdı: "Yeniyazı", yeni şiirler


Necmiye Alpay'ın 30 Kasım 2010'da Milliyet Kitap ekinde yayınlanan yazısı:


"Yeniyazı", yeni şiirler

İyi edebiyat dergileri bize şaşırtıcı, zamanın değerini hissettiren bir şeyler sunan dergilerdir. Bu bir şeylerin içinde, bildiğimiz bir yazara ilişkin bilmediğimiz olgular, değerlendirmeler vardır, yeni yazarlar, öyküler, şiirler, haberler, anmalar, duyurular vardır. Ne vakit iyi bir edebiyat dergisini kaçırsak, bizde yeni bir eksiklik doğar.

"Yeniyazı" dergisinin ilk sayısı 2009'un temmuz-ağustos aylarında çıkmıştı. Ben yalnızca ilk sayısını edinip orada kalmışım, biraz da talihsiz bir şeyler yüzünden. Geçenlerde bir arkadaşım bu dergiden söz edince tüm sayılarını (şu ana kadar yedi sayı) edindim ve kaçırdıklarım arasında bir yığın "çerçeve"nin de olduğunu gördüm.

"Çerçeve", dergilerde genellikle "dosya" adı verilen çalışma türünün "yeniyazı" dergisindeki adı: Belirli bir yazarı, yapıtı ya da izleği enine boyuna ele almaya çalışan bölümler kastediliyor. "Yeniyazı"nın bugüne kadar çıkan yedi sayısındaki "çerçeve"lerde sırasıyla şu yazarlar konu edinilmiş: Seyhan Erözçelik, Nurdan Gürbilek, Ayfer Tunç, Fatih Özgüven, Ülkü Tamer, Orhan Koçak ve Mıgırdiç Margosyan.

Bu çerçevelerden Nurdan Gürbilek ve Orhan Koçak başlıklı olanları özellikle nadirattan sayılmalı: İki eleştirmen, birbirleriyle ilgili "çerçeve"ler için de birer yazı yazmışlar.

Gürbilek ile Koçak'ı okurken, ikisinin yalnızca düşünsel düzeyleri açısından değil, dergidaşlıkları (Ekim-Kasım 1987 - Kış 2002 arasında yayımlanmış olan ünlü "Defter" dergisi) ve giderek yazı geçmişleri ile üslupları açısından da birbirlerine ne kadar yakın olduklarını daha güçlü bir biçimde hissettim. Öyle görünüyor ki bu yakınlık aynı zamanda birbirlerini en esaslı biçimde eleştirebilmelerini sağlamıştır.

Nurdan Gürbilek'le "yeniyazı"da ayrıca 4. sayıdaki "Böcek" başlıklı "atölye" bölümünde karşılaşıyoruz: Kafka konulu, yayımlanmamış bir yazısı var orada...

Herhalde şimdi "yeniyazı"dan söz etmeye neden 'kaçırmak' kavramı çerçevesinde başlamış olduğum daha iyi anlaşılmıştır. 'Kaçırmamış' olan okurlar da anlayacaklardır sanıyorum beni.

***

"Yeniyazı" daha önce fanzin olarak çıkıyordu. Bazı fanzinler bizim ana karnındaki halimiz gibi oluyor: Sonradan dergi olarak doğuyorlar ve doğduklarında hayata yeni başlamışlar gibi sayılar sıfırlanıp numaralandırma 1'den başlıyor.

Bende fanzinin yalnızca 2. ve 5. sayıları var. Bu iki sayıdan Kasım 2008 tarihli olanında türlerarası, yarı öykü, bir sayfalık bir metin vardı. Yer ile zamanı bir kılan anlatımıyla dikkat çeken bir metindi; "Eşyam yok hepsi geçmişte kaldı" filan diyordu. Yazarı, Cihat Duman.

Cihat Duman'ın adı, şimdi hem "yeniyazı" dergisinin yayın kurulunda, hem de Yeniyazı Yayınları'ndan çıkan bir şiir kitabının üzerinde: "Ya da Pişman Değilim".

Fanzinin editörü Yavuz Türk'ün adı da öyle; hem "yeniyazı" dergisinin yayın kurulunda, hem de Yeniyazı Yayınları'ndan çıkan bir şiir kitabının üzerinde: "Kumaş".

İki şairin arasında başka yakınlıklar da gözlemlenebiliyor. Türk'ün kitabındaki "İronik Haziran" adlı şiir Cihat Duman'a adanmış. Ve ikisi de "yeniyazı"da yeterince düzyazı yazmamış. Oysa ilk sayıdaki yazıları daha fazlasını vaat ediyordu.

Ancak, bu sürenin sonunda şiir kitapları çıktı. Kitaplarından belli ki, bir süreçti söz konusu olan. Geçen sürede şiiri ve şiirdışını temel boyutlarıyla sorgulamışlar ve bunu şiir yoluyla ortaya koymuşlardı. Sonuçta ortaya, sorgulayıcılık gibi genel bir özellik taşıyan özgün şiirler çıkmış.

Dolaysız bir sorgulama denemez bu şiirlerdekine. Ancak, iki şairin sorgulamayı gizlemeye çalıştıkları da söylenemez. İşin içinde, şiir kavramını yok etmek kadar, hatta daha çok, mirasa saygı sunmak da var. Yavuz Türk'ün "İronik Haziran" adlı şiiri bu açıdan da anılabilir: Cemal Süreya'nın "Ölüyorum tanrım"ından Hasan Hüseyin'in "Haziranda ölmek zor"una, dolayısıyla Orhan Kemal'e ve Nâzım'a kadar giden selamlar okunuyor orada.

Her iki şair de bu aşamada yazıdan çok şiirle düşünmüşler. Belki henüz bocalama aşamasını geride bırakmamışlar ama, çokboyutlu bir şiir yazdıkları da açık.

10 Aralık 2010 Cuma

Afyonun Keyfi

5 Temmuz 1903 tarihli Le Petit Journal gazetesinin kapağı


İlk defa afyon alalı öyle uzun zaman oldu ki, hayatımdaki sıradan hâdiselerden biri olsaydı aradan kaç yıl geçtiğini bile hatırlamıyor olabilirdim: Lâkin esaslı hâdiseler unutulmuyor; irtibatlı diğer olaylar sâyesinde de bunun 1804 sonbaharına tesadüf ettiğini hâlen hatırlayabiliyorum. Bahsi geçen mevsimi mekteb-i âlîye başladığından beri ilk kez geldiğim Londra’da geçirmiştim. Afyonla tanışmam da şu vesîleyi müteâkıben vuku buldu. Daha küçük yaşlardan itibâren kafamı günde en az bir defa soğuk suyla yıkamaya alışmıştım: Ânîden dişim ağrımaya başlayınca da bunu alışkanlığıma gayri ihtîyâri bir şekilde ara vermemin sebep olduğu laçkalığa hamlettim ve yataktan fırladığım gibi kafamı bir tas soğuk suyun içine daldırdım; sonra da saçım ıslak vaziyette tekrar uykuya daldım. Gayet tabiî ertesi sabah başımda ve suratımda dayanılmaz romatizma ağrılarıyla uyandım ve neredeyse yirmi gün boyunca hemen hiç aralıksız devâm eden korkunç bir eziyete mâruz kaldım. Hatırladığım kadarıyla yirmi birinci gün, günlerden de pazardı, sonunda kendimi sokağa attım; gayem belli bir yere gitmekten ziyâde, şâyet mümkünse bu eziyetten kaçmaktı. Tesâdüfen karşılaştığım ve okuldan tanıdığım biri bana afyon almamı tavsiye etti. Afyon! Akla hayâle sığmaz keyif ve eziyetlerin korkunç fâili! Ondan bir kudret helvası ya da âb-ı hayat gibi bahsedildiğini işitmiştim fakat hakkında başka hiçbir şey bilmiyordum: O vakit ne kadar da mânâsız bir kelimeydi bu! Halbuki şimdi ne hazin anıların canlanmasına sebep oluyor! Kimi kederli kimi mesut pek çok hâtıra nasıl da yüreğimi sarsıyor! Bu hâtıraların da etkisiyle bir an için de olsa bana Afyon Tiryakileri Cenneti’nin kapısını açan (onun alelâde bir ölümlü olduğunu farz edersek) şahısla ve bu hâdisenin yeri ve zamanıyla alâkalı en ince ayrıntının bile kutsal bir önem taşıdığı hissine kapılıyorum. Yağmurlu ve sıkıcı bir Pazar günü vakit öğleden sonrayı bulmuştu: Şu bizim seyyârede de yağmurlu bir pazar günü Londra’da oluşan manzaradan daha kasvetli bir temâşâya rastlamak mümkün değildir. Evime dönmek için Oxford Sokağı’nı katetmem gerekiyordu; tam (Bay Wordsworth’ün onu onu lütufkârca yâd ettiği sıfatla) “muhteşem Panteon’un” yanından geçiyordum ki bir eczane gördüm. Eczacı – sunduğu ilâhi keyiften bîhaber bir râhip! – sanki bu yağmurlu pazara nispet yapar gibi bir pazar günü herhangi bir eczacıdan beklenebileceğinden de daha ruhsuz bir şekilde alık alık bana bakıyordu: Afyon tentürünü ricâ ettiğimde de sanki sıradan bir iş yapıyormuş gibi onu önüme bırakıverdi: Hattâ bir de kendisine verdiğim şilini aldıktan sonra bana bildiğimiz ahşaptan yapılmış sıradan bir çekmeceden çıkardığı ve bildiğimiz bakırdan yapılmış gibi görünen yarım penilik bir sikke iâde etti. Mâmâfih, sıradan bir insan olduğuna dair taşıdığı tüm bu alâmetlere rağmen bu adam, tâ o günden beri benimle alâkalı husûsî bir vazîfe ifâ etmek üzere yeryüzüne gönderilmiş ölümsüz bir eczacının aziz hayâli olarak zihnimde yer etmiştir. […]

Odama döndüğümde hiç vakit kaybetmeden tavsiye olunan miktarı aldığım tahmin edilecektir. Hâliyle afyon istimâlinin bir sanat olduğundan ve bu sanatın sırlarından tamamen bîhaberdim: Aldığım kadarını da çoğunu ziyân ederek aldım. Lâkin alacağımı da aldım: – Aradan bir saat geçmemişti ki, of! aman! Nasıl da ihyâ oldum! Ruhum hapsolduğu derinliklerden nasıl da göklere yükseliverdi! İçimde nasıl bir kıyâmet koptu! Ağrılarımın geçmiş olmasının artık benim için hiçbir ehemmiyeti kalmamıştı: – Bu menfi tesir, keşfettiğim muazzam müspet tesirin içinde – bu vesîleyle ânîden karşıma çıkan ilâhî zevk kuyusunun derinliklerinde kaybolup gitmişti. Bu bir devâ-yi küll, yani insanın her derdine devâ olabilecek bir idi: Feylosofların eski çağlardan beri hakkında münâkaşa edip durduğu mutluluğun sırrını bir anda keşfettim: Artık onu bir peni karşılığında satın alıp yeleğimin cebinde taşıyabilirdim: Yahut bu saadeti bir pintlık bir şişeye sığdırıp her yere götürebilirdim: Hattâ posta arabasıyla galon galon huzur dağıtmak bile mümkündü. Lâkin ben böyle konuştukça okuyucu alay ettiğimi düşünecektir: Ona temin ederim ki, afyonla haşır neşir olan hiç kimse uzun süre gülemez: Onun verdiği keyfin bile ciddî ve vakur bir mâhiyeti vardır; afyon tiryakisi en mesut ânında dahi l’Allegro bir kılığa bürünemez: O esnâda bile söyledikleri ve düşündükleriyle tam bir Il Penseroso’ya dönüşmüştür. Vâkıa, ben zaman zaman kendi perîşanlığımla hayâsızca alay etmeden duramam: Daha kuvvetli hislerin ağır basarak buna mâni olduğu durumlar hâricinde de korkarım bu zevk ve cefâ vakayinâmesinde dahi bu edepsiz cürümü işlemeye devâm edeceğim. Okuyucunun bu husûsta hastalıklı ruhuma biraz müsâmaha etmesi gerekiyor: Buna benzer birkaç iptilâ alâmeti haricinde de aslında hiç de cıva gibi olmamasına ve hatâlı bir şekilde farz olunduğu üzere mahmûrluk verebilmesine rağmen afyon gibi bir mevzûu umarım kimsenin uykusunu getirmeden lâyık olduğu ciddiyetle ele almaya gayret edeceğim.


Thomas de Quincey, Bir İngiliz Afyon Tiryakisinin İtirafları, çev. Batu Boran, Türkiye İş Bankası Yayınları, 2008, s. 53-60. Metinde, kitaptaki özgün yazım aynen korunmuştur.[yeniyazı’nın notu.]

Blogta yayınlanan bölümün devamını yeniyazı'nın 8. sayısından ve elbette Quincey'nin kitabından okuyabilirsiniz.

7 Aralık 2010 Salı

yeniyazı 8

Zarafet



Bir ihtimal daha var / O da ölmek mi dersin

Kış, gün ışığını hızla kemirirken, dışarıda olan bitene, evimizin içindekilere iyimser bakabilmek de epey güçleşiyor. Önümüzü görebilmek için şimdiye dek yaptıklarımızın muhasebesini yaparken, ihtimalleri sıralıyor, el yordamıyla da olsa gelecek günlerin bir haritasını çıkarmaya çalışıyoruz. Tüm bu hesapların, olurların ve olmazların arasında kaygıyla yol alırken, amatör ruh uzaklara gitmiş olabiliyor. yeniyazı dergisi olarak baştan beri bu amatör ruhu hep canlı tutmaya çalıştık fakat tıpkı hayatımız gibi yeniyazı’nın ruhu da bazen canlılığını yitirebiliyor, hantallaşabiliyor. Hantallık zarafeti, kibarlığı ve iyimserliği görünmez kılabiliyor.

Antonioni, Gece (La Notte) filminin senaryo metninde filmin karakterleri Giovanni ve Lidia’yı şöyle betimler: “İşte bir çift: Kadın duyarlığı, bütün öbür süzgeçlerden daha ince olduğundan kadın daha aydınlıktır; erkekse üstünlüğe eğilimli olduğundan duygular alanındaki gerçeği hemen hiçbir zaman duyumsayamaz. Erkek bencilliğinin ağırlığı, kendi çıkarı için, kadının kişiliğini tümüyle soyutlamaya yönelir.” Birlikte çalışabilmenin en önemli kurallarından biri de cinsiyetler üstü bir ses tutturabilmekte ve duyarlığını yitirmemekte. zira, duyguların alanından uzaklaşmak, kabalığı, katılığı ve otomatikleşmeyi getiriyor. Erkek kelimesinin sözlükteki anlamlarından biri “sert ve kolay bükülmez”. Mesele fazlasıyla erkek olan hantallığa karşı gelebilmekte, sert ve bükülmez olanın yerine yumuşaklığı, letafeti ve zarafeti koyabilmekte. Amatör ruh dediğimiz şey de karşısındakini dinlemeyi, anlamaya çalışmayı, yani bükülebilir olmayı, birlikte iş yapabilmeyi, heyecanını ve inceliğini sürdürebilmeyi anlatmıyor mu biraz? Yani erkek olanın tam tersini...

Gülten Akın da, fazlasıyla erkek olan topluma bakarken böyle yazmıştı: “Ah, kimselerin vakti yok / Durup ince şeyleri anlamaya” İşte yeniyazı’nın ruhu, 7. sayıyla 8. sayısı arasındaki vakti biraz da ince şeyleri anlamaya ayırdı ve afyonun keskin kokusuyla kendine geldi, amatör ruhu yeniyazı’nın ruhuna yeniden kattı.

8. sayının atölye konusu afyon, sizleri Thomas de Quincey’nin Bir İngiliz Afyon Tiryakisinin İtirafları’ndan tadımlık bir parçaya göz atmaya, Handan Akgün, Gökhan Arslan, Bahadır Sürelli, Yekta Yeniay ve Özgür Asan’ın afyondan yola çıkarak karaladıklarını okumaya davet ediyor.

Bu sayının çerçeve konuğu ise dini ve mitolojik hikâyeler ve edebiyatla sineması arasındaki flört hep baki kalan bir isim: Semih Kaplanoğlu. Kaplanoğlu’yla Cihat Duman’ın yaptığı oyunlu söyleşiyi keyifle okuyacağınızı tahmin ediyoruz. Söyleşiyi yönetmenle ilgili kapsamlı bir dosya takip ediyor. Semih Kaplanoğlu’nun vazgeçemediği oyuncularından Tülin Özen, Cihat Duman’ın sorularına içtenlikle yanıt verdi ve yönetmenin setteki hallerini anlattı. Hasan Akbulut ve Cihat Duman da iki ayrı yazıda farklı açılardan Kaplanoğlu’nun bol ödüllü Yusuf üçlemesiyle ilgili yazdılar. Çerçeve bölümünün en büyük sürprizi ise Semih Kaplanoğlu’nun 20 sene evvel Şiir Atı dergisinde yayımlanan üç şiirinin yeniden gün yüzüne çıkıyor olması. Gelecek sayımızda ise atölyede fal açacağız ve çerçevede ise şair Hüseyin Ferhad’ı ağırlayacağız…

Velhasıl, kış yüzünü kara gösterdi ama afyonun başımıza vurmasını beklemek zamanı değil; hantallığı bir kenara bırakarak, afyonumuzu patlatmak zamanı şimdi. Üstelik de birileri ıslığımıza karşılık veriyorken...

Sözü yeniden Gülten Akın’ın “İlk Yaz” şirine bırakalım:

“Bir gün birileri de öte gecelerden / Islık çalarlar yanıt veririz”