26 Kasım 2011 Cumartesi

Yeniyazı Şiir Kitapları

Yeniyazı Şiir Kitaplarını bu saniyeden itibaren Mephisto'dan bol bol alabilirsiniz. Tükendikçe temin edilecektir. 


Can H. Türker, Dip, Şiir



Yavuz Türk, Kumaş, Şiir



 Cihat Duman, ya da pişman değilim, Şiir



Ramazan Parladar, Geleceğe Dair Anekdotlar, Şiir



 Hüseyin Köse, Unutma Mesafesi, Şiir



Gökhan Arslan, Babam Beni Niye Öldürdü, Şiir

24 Ağustos 2011 Çarşamba

Boğaziçi Kitap Fuarı





15-21 Eylül Tarihleri arasında İstanbul Kongre Merkezi'nde gerçekleşecek olan fuarın konuk ülkesi Almanya. "Göç" temasının işleneceği bu fuarda yeniyazı dergisi de hazır bulunacak. Tüm okurlarımızı bekleriz. Ayrıntılı bilgili için üzerime tıklayınız.

18 Mayıs 2011 Çarşamba

Yeniyazı 10

9. sayımızda, yeniyazı’nın artık üç aylık periyotlarla yayımlanaca­ğını ve eleştirel metinlere daha çok yer vereceğini duyurmuştuk. Bu “tebdil-i kiyafet”in yeni sayımızda kendini hemen belli edeceğini sanıyo­ruz. Önceki sayımızda verdiğimiz “sözümüz”e sadık kalarak, bu sayının “10 numara” bir dergi olması için çalıştık. Epey de hacimli bir dergi çık­tı ortaya böylece...
10. sayımızın “Çerçeve”sinde Türkiye’nin entelektüel tarihinde önemli bir yeri olan Murat Belge’yi ağırladık. Çok yönlü kimliğiyle tanı­nan Murat Belge’yle yaptığımız söyleşide daha çok edebiyat kariyerinin üzerinde dursak da, Kerem Ünüvar Belge’nin siyasi kültürümüzdeki ye­rini ele aldı; Engin Kılıç bir hoca olarak Murat Belge’yi anlatarak, onun başka bir yönüne dikkat çekti. Yalçın Armağan ise karşılaştırmalı bir yo­rumlama denemesiyle Belge’nin entelektüel tavrındaki farklılığı belirle­meye çalıştı.
“Atölye” kısmında ise dergimizin 10. sayısından ilham alarak 10 nu­marayı “efsane”ye dönüştüren Maradona’yı paranteze almaya çalıştık. Yalnızca Maradona değil, hem Maradona imgesinin üzerinde duran ya­zılar hem futbol-oyun ilişkisine odaklanan yorumlar hem de 10 numa­raya giden futbolculara değinen yazılar yoluyla Maradona’yı geniş bir perspektifle ele almaya çalıştık.

Dosya dışı yazılarımızda, bu sayıda şiirle ilgili eleştirel yazılara daha geniş yer verdik. Orhan Koçak, Mahmut Temizyürek üzerine; Gök­han Arslan, 80 Kuşağı şairleri üzerine ve İrfan Karakoç da Suriyeli şair Adonis üzerine yazdı. Ayrıca, Erkan Irmak’ın Muallim Naci’nin edebiyat tarihimizdeki yerini ve o yere getirilişinin nedenlerini sorunsallaştır­dığı yazısı yer alıyor. Yine aynı şekilde Gökhan Yılmaz’ın ilgiyle okuyacağınızı düşün­düğümüz bir öyküsüyle; Ercan Y. Yılmaz’ın, Fransa’da birçok önemli edebi­yat ödülüne layık görülen şair/romancı Şeyhmus Dağtekin’le dergimiz için yaptığı söyleşiyi de bu sayımızda bulabilirsiniz.
Bu sayımız, en çok şiirin yayımlandığı sayı oldu. Seçmekte hayli zorlansak da, iyi bir seçki ile karşınızda olduğumuza inanıyoruz. Çeviri şiir yayımlamak konusunda başından beri çok istekliyiz ve bu sayıda ne mutlu ki üç çeviri şiir yayımladık. Sonraki sayılarımızda da çeviri şiirlere özellikle yer vereceğimizi belirtmek isteriz. Bu konuda des­teklerinizi bekliyoruz.
Geçen sayımızda, Sevgi Soysal’ın daha önce yayımlanmamış bir met­nine yer vermiştik. Bu sayımızda da, Hüseyin Cöntürk ve Haluk Aker mek­tuplaşmalarını yayımlayarak, metinleri gün ışığına çıkarmaya devam ediyo­ruz. Bu mektupları bize ulaştıran Haluk Aker’e teşekkür ederiz. Yazarlardan geriye kalanları yayımlayacağımız ve “Daktilo” adını vereceğimiz bu bölü­mü sonraki sayılarımızda da sürdürme kararındayız.
yeniyazı’nın üç ay sonra çıkacak 11. sayısının “Çerçeve” bölümüne Leyla Erbil’i davet edeceğiz. Atölyede ise mitolojinin “yılan saçlı” kadın kahrama­nı olan Medusa’ya yer vereceğiz.


ŞİİRLER: Ömer Erdem, Ceyhun Tuna, Cihat Duman, Yavuz Türk, Bülent Parlak, Cihan Oğuz, Zeynep Köylü, Bilal Çiftçi, Hüseyin Köse, İlhan Kemal, Kadir Yanaç, Murat Ekinci, Uğur Aktaş, Devrim Dirlikyapan, Hilmi Haşal, Murat Çakır, Osman Araf Tekin, Duygu Öktem, Doğukan İşler, Erich Fried ve Langston Hughes

DAKTİLO: Hüseyin Cöntürk

ATÖLYE: Tanıl Bora, Ali Ece, Ruud Gullit, Bektaş Avcılı, Allan C. Hutchinson, Nicolas Salazar-Sutil

YAZILAR: Orhan Koçak, Gökhan Arslan, Erkan Irmak, İrfan Karakoç

KİTAP TANITIMLARI: Hârname, Dağdaki Emirler, Parçalı Ham, Varlığın Öteki Yüzü, Ebedi Kutsal Ezeli Kurban, Blogdan Al Haberi, Kurmaca Nasıl İşler, Film Çalışmaları, 16. Yüzyılda İstanbul

17 Mayıs 2011 Salı

Entelektüelin “Ahmetmithat” Hali - Yalçın Armağan

[Yalçın Armağan'ın yazısından bir parça]

[...]

Murat Belge’nin çokyönlü bir entelektüel olduğu bir malum-u ilam. Uzmanlaşmanın modern zamanların “yabancılaşma” biçimi olduğu kabul edilirse,tek bir alanla ilgilenmenin yaratacağı pek çok soruna dikkat çekilebilir. Her şeyden önce, uzmanlaşma nedeniyle kendini tek bir alanla sınırlayan “entelektüel”in, temel vasfını sorgulamak, yani entelektüel olup olmadığını tartışmaya açmak gerekir. Elbette bu konu yazının kapsamını aşıyor, ama kısaca çokyönlülüğün “entelektüel”i tırnak işaretinden kurtarmak için gerekli bir nitelik olduğunu söyleyip geçebilirim. Ancak kırk ambar yazarlığı ile çokyönlülüğü de birbirinden ayırmak gerekir. Kırk ambar yazarı, ilgisini çeken her konuda herhangi bir “yöntem”e bağlı kalmadan derleme yapmakla yetinebilir – ki Türkiye’de uzun yıllar gazete yazarından beklenen budur. Oysa çokyönlü entelektüel, birden çok alanla ilgilenmeye “yöntem”i ya da “kuram”ı nedeniyle ihtiyaç duymaktadır. Nihai noktada göstermek istediği büyük bir fotoğraf vardır.

Murat Belge özelinde, onun çokyönlülüğü kırk ambar yazarlığını aşar. Edebiyatla, siyasetle, magazinle, müzik tarihiyle ya da İstanbul’la ilgilenerek kendi bakışını dağıtırken, son noktada çıkış yaptığı yere döner. Bir dağılma söz konusudur, ama bu dağılma çıkış noktasını göstermeye devam eder. Murat Belge’nin yazılarına topluca bakıldığında, (özellikle Althusser’in ideoloji kavramından yola çıkarak) meseleri nihai noktada aynı yere bağladığı görülebilir.

Türkiye’deki “genel” ideolojinin farklı alanlardaki yansımalarını analiz eder ve bu sayede ideolojiyi görünür kılar. Türkiye modernleşmesinin en başından beri hep tepeden inmeci, özgürleştirici değil, tersine baskılayıcı niteliklerinin farklı alanlarda nasıl tezahür ettiğini gösterir. Bu nedenle de onun çokyönlülüğü bir kırk ambar yazarlığı değildir. Dahası, kırk ambar yazarlığının gerekçesi olarak sunulan hace-i evvellikten de uzak durur. Halkı aydınlatmak için her bahçeden meyve devşiren bir entelekteül olmayı değil, halkın ihtiyaç duymayacağı düşünülen konuları gündeme getirir. Zaten Murat Belge’yi de Türkiye’nin entelektüel tarihi açısından önemli kılan hace-i evvelliği seçmeyip, aksine halkın aydınlatılmasında seferber edilmeyen ve bu yüzden inceleme nesnesi olarak kabul edilmeyen konuları entelektüel bir mesele haline getirebilmesidir.

Murat Belge’nin yayımlanan ilk kitabı Tarihten Güncelliğe’de burada dile getirdiğim iddiaların hepsini, yani Murat Belge’nin çokyönlülüğünün kırk ambar yazarlığı olmadığını ve hace-i evvel konumuna yerleşmediğini açık biçimde görmek mümkündür. 1975 ile 1983 arasında yayımlanan yazıların derlenmesiyle oluşturan bu kitapta, “Çağdaş Mitler”, “Müzik-Arabesk-Fotoroman” ve “Gündelik Hayat, Magazin ve Söylemler” başlıklı bölümler Türkiye’nin entelektüel tarihi açısından hayli aykırı niteliktedir. Burada ele alınan konular, o güne kadar Türkiyeli “aydın”ın gündemi dışında kalmış, bir inceleme nesnesi olarak görülmemiştir. Entelektüelin tepeden belirlenmiş bir öznenin inşasını gerekli gördüğü ortamda, eğitimden geçirilmemiş kitlelerin yaşantıları “yoz ürünler” olarak inceleme dışı kalmıştır; çaba, incelenmeye değil, “dönüştürülme”ye adanmıştır. Örneğin arabesk, 1960’ların ikinci yarısından itibaren yaygınlaşırken cahil kitlenin “yoz zevki”nin ürünü olarak görülmüştür. Oysa bu kitabında Murat Belge, “Arabeski anladığımızda, kendimizi de daha iyi anlarız,” (409) der. Pek hoşlanmadığı belli olan bu müzik tarzının kültürel olarak neye işaret ettiğini anlamaya çalışmaktan geri durmaz. Bu yaklaşımıyla Belge, belirlenmiş bir kültürü halka öğretmekle görevli aydın modelinin yerine, halkın kültürünü anlamaya yönelen entelektüel modeline sahip çıkar. Tepeden belirlenmişliğin aşındırılmasına dönük bu bakış, Murat Belge’nin entelektüel çıkış noktasını oluşturur. Magazine bakarken de, gündelik hayata ait sayılanı incelerken de aynı bakışın farklı alanlara dağıldığı görülüyor. Bu bakış, Murat Belge’nin kırk ambar yazarı olmadan çokyönlü olmasını, hace-i evvellik yapmadan entelektüel kalmasını sağlıyor. Ahmetmithat imajının zorunlu olarak sahiplenildiği düşünülse de, aslında Murat Belge bu imajla çatışma içine girecek bir konumda duruyor. Dolayısıyla, kendini ahmetmithat imajı üzerinden kurgulamakta sakınca görmeyen Kemal Tahir’le ya da bu “çöl ortamı”nda ahmetmithatlıktan başka çare bulamayan Özdemir İnce ile Murat Belge’nin entelektüel tutumunun çatışma içinde olması kaçınılmaz. Murat Belge’yi Türkiye entelektüel tarihi açısından önemli kılan da onun ahmetmithat imajına sahip çıkmasından öte bu imaja barışık olanlarla karşıtlık içinde olmasıdır.

Yazıyı bitirirken başa, ahmetmithat imajını üç belirgin özellik üzerinden tanımlamaya çalışmama dönmek istiyorum: çalışkanlık, kırk ambar yazarlığı ile cisimleşen çokyönlülük ve halkı aydınlatma görevinin yansıması olarak hace-i evvellik. Yazıda bu imajın çalışkanlık özelliğinin üzerinde durmadım. Tek başına ele alındığında çalışkanlığın eleştirilebilecek bir nitelik olmadığını düşünüyorum, ama çalışkanlık ile kırk ambar yazarlığının keşişme noktasında “düşüncenin derinlik kazanması”na değinmek gerekiyor. Bu değinmeyi yine Murat Belge özelinde örneklendirip yazıyı sonlandırabilirim.

Kırk ambar yazarlığının sığlaşmayı beraberinde getirebileceğini ve çokyönlülük ile bu tür yazarlığı ayırmak gerektiğini söylemiştim. Gerçekten de bir “yöntem” ya da “kuram”dan hareket etmeden kırk ambar yazarlığına soyunmanın sığlaşmayı getirmesi kaçınılmazdır. Bu sığlaşmaya bir de çalışkanlık eklenirse, ortaya çıkacak toplamın entelektüel ayarının hayli düşük olacağını tahmin etmek zor değil. Türkiye’de özellikle gazete yazarlığına soyunmuş edebiyatçılarda, örneğin Peyami Safa’da, bu durumu görmek olanaklıdır.

Murat Belge özelinde bir entelektüel sığlaşmadan söz etmek mümkün olmasa da, tek bir konu hakkında bütünlüklü yazmamasının yarattığı “kayıp”tan söz etmek mümkündür. Murat Belge’nin bütünlüklü ilk kitabı Marksist Estetik’e bakıldığında bu kaybın yalnızca Belge açısından değil, Türkiye’nin entelektüel yaşamı açısından da yaşandığı söylenebilir. Doçentlik tezine dayanan ve yayımlanan ikinci kitabı Markist Estetik kitabında Belge’nin bütünlüklü bir kitap yazdığında meseleyi ortaya koymakta gösterdiği maharete bakınca, derleme kitaplarıyla neyin kaybedildiği çok açık biçimde görülür. Oysa “hayata bir edebiyatçı olarak başladığını” (Bir Hayat…, 74) söyleyen Belge’nin, özellikle, edebiyatla ilgili yapıtları, bütünlük içinde krugulanmış kitaplardan daha çok derlemeler niteliğinde. Belge, edebiyat bağlamında ikinci kitabının, yani Marksist Estetik’in yolundan değil de, ilk kitabı Tarihten Güncelliğe’nin yolundan yürümeyi tercih ediyor ya da gazete yazarlığı, üniversitede hocalık görevi gibi yoğun işleri nedeniyle bu yoldan yürümek zorunda kalıyor. Bu durum onun -kendi tanımıyla- “public figure” olmasını ve bu sayede düşüncelerinin daha geniş bir alanda yankı bulmasını sağlarken, aslında bütünlüklü kitapların “önünü tıkaması” nedeniyle Türkiye’deki edebiyat eleştirisi açısından bir kayba dönüşüyor.

27 Şubat 2011 Pazar

Hüseyin Ferhad Söyleşisinden Kısa Bir Bölüm

Can H.Türker- Sizde olduğu gibi Asaf Hâlet Çelebi’de de Doğu imgesi çok güçlü. Ayrıca mistik bir şair olduğunuz da söylenir. Sizin Doğu’nuzla Asaf Hâlet’in Doğu’su nerde kesişiyor? En azından siz ondaki Doğu imgesine bir yakınlık duyuyor ve kısmen de olsa şiiriniz için ‘mistik’ nitelemesini uygun buluyor musunuz?

–Hayır, Asaf Hâlet ne Doğulu bir gerçeküstücüdür, ne kalbini Uzak Asya mistisizmiyle sınayan bir mutasavvıf. Batı kültürüne vâkıf, Dîvan şiirine teşne, ismiyle müsemma bir Çelebi’dir. Bir ‘kalem efendisi’. Onun Doğu diye işaret ettiği “ışığın yükseldiği yer”dir: Hindistan, İran’ın öbür tarafı. ‘40’lı yılların iki cevval genç şairinden biridir Asaf Hâlet, diğeri Orhan Veli. He (1942) de Garip (1941) kadar önemli bir kitaptır. Herkesin Batı’ya, Fransa’ya, Antik Yunan’a baktığı bir devirde maalesef muhatabını bulamamıştır. ‘80 Sonrası Şiir lisanımızın bir hafıza etüdüdür, evet. Bencileyin hakirin de içinde bulunduğu bu dönem şiirinde Asaf Hâlet’i görebilmek mümkündür. Şunu da söylemem gerek: Mistik nitelemesi dahil, bir şaire, bir şaire yönelik tespit, teyid veya açımlamalar sahibine aittir. Sabit Kemal Bayıldıran’a, Adnan Satıcı’ya veya bir başkasına. Şair karşıt veya taraf olmaktan münezzehtir. Etik de değildir.

İkinci Yeni, şiirimizde bir köşe taşı kabul edilir. Ama siz yazmaya ilk başladığınız yıllarda İkinci Yeni’yi hayattan kopuk olmakla, aldatıcı olmakla suçladınız. Öte yandan bir röportajınızda İkinci Yeninin ‘70 Kuşağınca anlaşılmadığını da söylüyorsunuz. Bunu geriye dönük bir özeleştiri mi kabul etmeliyiz?

–Doğru veya yanlış, şair sözü müruru zamana uğramaz. Özeleştirinin de bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Şiir bir sanat disiplinidir, kişiye özel bir özgürlük alanı. Yazılan şiire, iddia sahibinin yazdığı şiire bakılır. İkinci Yeni Türk şiirinin nefesini açmıştır. ‘70 Kuşağı da anlayamamıştır onu, evet. Turgut Uyar’ın Toplandılar’ına, Edip Cansever’in Şairin Seyir Defteri’ne, Cemal Süreya’nın Beni Öp Sonra Doğur Beni’sine denk ürünler verirlerdi yoksa. Bu, ‘80 Sonrası Şiir için geçerli değildir. 12 Eylül bencileyin romantik devrimcileri kana, gözyaşına banmıştır. Ama şiir sudur, akar. Akmıştır.

Şiirinizle ilgili çeşitli dönemlendirmeler yapılıyor. Sabit Kemal Bayıldıran birinci döneminizi ‘sosyalist gerçekçilik’, ikinci döneminizi ‘boşlukta gezinme’, üçüncü döneminizi de ‘milliyetçilik’ olarak belirliyor. Böyle bir dönemlendirmeyi şiirinizin ya da kişisel dünya görüşünüzün tarihi açısından uygun görüyor musunuz?

Georges Politzer’in Felsefenin Temel İlkeleri’ne bakarak yapılan tasnif ancak bu kadar olabilir.

Türkiye’de darbelerin yol açtığı siyasî kırılmalar hem Türk şiirinin genel seyri açısından hem de kimi şairlerin bireysel serüvenlerini açıklama açısından temel olarak alınır. Gerçekten sizin şiirinizde de bu tür siyasî kırılmalar etkili oldu mu? Bir de bu açıklama tarzının uygunluğunu tartışır mısınız biraz?

–12 Eylül dahil hiçbir siyasî müdahale, askerî darbe Türk şiirinin paradigmasını, genel seyrini değiştirememiştir. Tevfik Fikret istibdat döneminde de, II. Meşrutiyet’te de aynı şiiri yazmıştır. Ahmet Haşim, Yahya Kemal II. Meşrutiyet’te de, Cumhuriyet’in ilanından sonra da aynı şiiri yazmışlardır. Benzeri şey Nâzım Hikmet, Ahmet Muhip, Orhan Veli için de geçerlidir. Cahit Külebi, Ahmed Arif, Behçet Necatigil, Attilâ İlhan, İkinci Yeniciler için de. Ancak hiçbir şairin serüveni, hatta akıbeti, bu çalkantıların dışında tutulamaz. Tutuklamalar, Sivas katliamı, intiharlar, işten el çektirmeler, alkolizm; her şair bir biçimde şiirinin diyetini ödemiştir. 12 Eylül ‘80 Sonrası Şiir’in miladıdır, evet. Bu tarihe bakarak bu dönem şiirini “dikta şiiri” saymak budalalık olur. Attilâ İlhan’ın Garip’i “İnönü diktasının şiiri”, İkinci Yeni’yi “Menderes diktasının şiiri” sayması gibi bir boşboğazlık. Korku beşerî bir duygudur. Anlık, günlük veya dönemseldir. ‘90’lı yıllarda (ki en önemli eserlerini bu yıllarda vermiştir ‘80 Kuşağı) bir korku silsilesinden elbette söz edilemez. Olsaydı, zaten yazılırdı. Genç kuşak daha ziyade İkinci Yeni’ye bakarak Türk şiir antologyasını dizlerine sermiştir, tekmil şiir antologyasını. Keyfiyet bundan ibarettir.

Kuşkusuz bu yanıtınız bir belirlenimciliğe itirazı içeriyor haklı olarak. Ancak darbeler ya da meşrutiyet, cumhuriyet gibi toplumsal hayata ciddi etkisi olan siyasi olaylar şiir paradigmasını belirlemediyse nasıl açıklamalıyız şiirsel paradigmanın oluşumunu, seyrini?

– Siyasal, toplumsal değişimler dönemin şiirini etkilemez mi? Şair de nihayet “bir insan”dır, toplumun bir üyesi. Acıtılanı, uykusu kaçırılanı… Mamafih konu, içerik şiirin sadece bir öğesidir. Biçimin önemini tartışacak değilim şimdi. Esinin, zekânın, sezginin neliğini. Şiir elbette siyasal tarih üzerinden okunabilir. Veya tam tersi: Şairin siyaset algısı, duruşu, toplumsal sorunlara ilgisi tartıya, metreye vurulabilir. Şiirin değerler dizisi başka bir şeydir ama. Bizatihi kendisidir, kendi dinamikleri. Bana göre, örneğin bir Behçet Necatigil’in, Turgut Uyar’ın, Attilâ İlhan’ın Divan şiirine ilgisi, poetikalarını 2000’li yıllara sıçratmıştır. En gençlerin üstüne.

Sanrım sizinle ilgili en olumsuz eleştiri Adnan Satıcı’dan geldi. “Taç Giyme Töreninde Skandal” adlı yazısında, ki yazının başlığı bile kinayelidir, şiirinizin poetik niteliğiyle ilgili değil, ama zihniyet dünyası ile ilgili ağır eleştiriler yöneltiyor. Sizi ırkçı, milliyetçi ve yayılmacı bir şair olarak okuyor. Bu okumasını,

“Turan fikri gözlerimi kamaştırır”

“Şu mancınıkla fırlat

eski zamanlara beni

Turan adında bir ülkenin

Payitahtına”

“Şu mancınıkla fırlat

eski zamanlara beni

Turan adında bir sultanın

tahtırevanına.”

gibi dizeleri, dörtlükleri alıntılayarak da gerekçelendiriyor. Şiirinizdeki bu tarz imgelemleri Satıcı’nın tam tersi yönünde okuyan eleştirmenler de oldu. Ancak çok önemsediğim bu hususu biraz deşmek istiyorum. Satıcı, sizde sosyalist ve Türkçü, ateist ve Müslüman, Marksçı ve halis bir Batı karşıtı, işgalci ve mazlum vb. zıt şeylerin aynı şiir ruhunda buluşup kaynaşmayı denediğini; yine sizin hem “ilerici” hem de cumhuriyetin ideolojisiyle sorununuz olduğunu, ama cumhuriyeti kuran kadroların millî mücadele gayreti karşısında da aşka benzer bir heyecan duyduğunuzu söylüyor. Öte yandan, “kültürel ilgi anlamında, sanırım, kuşağımızın en demokratik şiirini yazdı Hüseyin Ferhad” diyor. Ancak burada ben bir iltifat sezmiyorum. Aksine, sizin belli bir duruşunuz olmadığını, açıkçası hem zalimi hem mazlumu oynadığınızı ima ediyor. Şiir dilinizin de epikten öte şedit bir dil, yani bir şiddet dili olduğunu; dahası mazlum halklar retoriğine, ki bu solun temel retoriklerinden biridir, yüklediğiniz içli anlamla kolay kolay bağdaştırılamayacak arkaik bir yayılmacılığa özlem duyduğunuzu söylüyor. Şiirinizle ilgili bu iddialara ne diyeceksiniz? Şair Hüseyin Ferhad “Barbarlığının gerekçesini mazlumluğunda” arayan biri midir, kimdir o?

– Behçet Necatigil’in “Kitaplarda Ölmek”ini bilirsin. Akla ziyan şiirlerdendir. Ne zaman okusam içimi titretir: “O şimdi kitaplarda/ Bir çizgilik yerde hapis,/ Hâlâ mı yaşıyor, korunamaz ki,/ Öldürebilirsiniz.” Öldürebilirsiniz onu, evet. Ama öldürdüğünüz sadece sizin şair algınızdır. Size ait Behçet Necatigil imgesi. Adnan Satıcı ardında nidalar, arkadaş ıslıkları bırakarak uçmağa varmıştır. Poetik kaygılarını, izlenimlerini seslemekten de imtina etmemiştir. ‘80 Sonrası Şiir politik bir problematik olarak pek tartışılmamıştır; tutarlı veya çelişik, takdir Tarih’e aittir, Adnan Satıcı’nın mezkûr yazısı bu mealde bir çalışmadır. Benzeri bir makale de Yaşar Güneş yazmıştı: Adam Sanat’ta, 1996’da. Dediğim gibi, şairin kendine ‘dışardan bakma’, şiirinin önünde durma, yorumlara, eleştirilere derkenar çıkma hakkı yoktur. Hiç değilse benim indimde.

yeniyazı 9

Muhalefet


“Muhalefet” her zaman çekici bir eylemdi. Çekiciliğiyse bazen -dönem dönem şiddeti değişmekle birlikte- ima ettiği tehlikede, bazen -neye karşı ve neden olduğu her zaman netleşemese de- karşı olmanın verdiği hazda, bazen -yeterliliği ya da niyeti göreceli kalsa da- bir şeyler yapmanın/yapabilmenin, hareketin getirdiği iç huzurunda, bazen ve bizce en çok da -kimlerle ve hangi mecrada olduğunun altını çizerek- dayanışmanın yarattığı güçtedir. yeniyazı, şüphesiz, bütün bu olasılıkları kapsayan bir muhalefetin hem parçası hem de sürükleyicisi olmayı istedi en başından beri. Edebiyat dünyasına, yine bu dünyanın içinden yöneltilen eleştirinin kendisi yeni değil kuşkusuz; ne var ki muhalefetin içeriğinin sürekli kendini yenilemeye muhtaç olduğu, durduğu ya da kendinden emin olduğu noktada eskimeye başladığı ve bizatihi kendisinin eleştirilecek bir yapıya dönüştüğüyse çoğu zaman umursanmayan bir durum. Yaptıklarımızın ya da yaptığımızı sandıklarımızın şeceresini çıkarmak hem nafile hem de kimsede görmeye tahammül edemediğimiz bir özgüven yanılsaması. Dolayısıyla şu tespitle başlamak daha doğru: 2009’daki ilk sayımızdan bu yana yapamadığımız çok şey oldu.  Bu süre içinde farkına varabildiğimiz yanlışları, öngörebildiğimiz çözümlerle düzeltmeye çalıştık. Açıkçası, muhalefetimizi dışarıya açarken, içimize yöneltmekten vazgeçmemeye gayret ettik. Yenilenmeye, değişmeye, duruşa, tavra, eleştiriye, geleneğe inandık, inanıyoruz. Bir yayın kurulu dergisi olmanın, yatay bir hiyerarşiyle çalışmanın, kendini başkasıyla birlikte tartışmanın sunduğu imkânlar dünyası bizi heyecanlandırıyor. yeniyazı’nın 9. sayısı bir köprü bu anlamda; geçmiş iki yılı ve gelecek olası yılları işaretliyor.
Dergimizin bu duygularla kafası karışmış olan yayın kurulu geride bıraktığımız aylarda yine ufak tefek sevinçler, küçük sıyırıklar, düşüp-kalkmalar yaşadı. Cihat Duman ödüllerine bir yenisini daha, bu yıl ikincisi düzenlenen “Server Vakfı Edebiyat Ortamı Şiir Ödülü” ile ekleyerek ilk kitabı Ya Da Pişman Değilim’i taçlandırdı. yeniyazı yayınları da boş durmadı. Cihat Duman ile Yavuz Türk’ün daha önce yayımlayan kitaplarından sonra şimdi de Ramazan Parladar’ın Geleceğe Dair Anekdotlar’ını boşluğa bıraktı.

22 Ocak 2011 Cumartesi

Geleceğe Dair Anekdotlar


Ramazan Parladar'ın "Geleceğe Dair Anekdotlar" adlı kitabı yeniyazı'dan çıkmıştır. İşte tadımlık dizeler:


artık yumuşak
saflaşması bir zalimin bileklerine bakarak
bir çocuğun cesedini çıkarıyorsunuz içimden
yavaş yavaş sızlayarak
dünyayı katletmiş bir adam gibi
duyuyorum etime akan
kemançeden ırmağınızı

12 Aralık 2010 Pazar

Semih Kaplanoğlu Konuşur...

Fotoğraf: Sancar Dalman

semih kaplanoğlu-cihat duman

İç-Gündüz

Semih Kaplanoğlu Konuşur...


– Sondan başlayalım isterseniz, üçleme gibi. Yeni bir film projeniz var mı? Kimler görev alacak bu projede?

Daha henüz bir şey yok üzerine konuşabileceğim; şu olur, bu olur; şu senaryo olur, bu senaryo olur…

– Hayırlısı olsun. Cioran’ın bir sözü var: “nihai dersleri ancak sanat dışında yaşayanlar çıkarabilirler. İntihar, azizlik, kötü alışkanlık- yetenek yoksunluğunun nice biçimi. İster doğrudan ister kılık değiştirmiş, söz, ses ya da renk aracılığıyla yapılan itiraf, iç kuvvetlerin birikmelerini durdurur ve dışarının dünyasına atarak bu kuvvetleri zayıflatır. Her yaratma fiilini bir kaçış etkeni haline getiren kurtarıcı bir azalmadır bu. Fakat enerjilerini biriktiren kişi, baskı altında, kendi aşırılıklarının kölesi olarak yaşar; mutlak içinde batmasını hiçbir şey engellemez…” Sizin itirafınız önceleri şiirleydi. şimdiyse sinema. Öncelikle şiir yazmaya devam ediyor musunuz? Sonra da bu iki sanatın sizce neden yakın durduğunu öğrenmek isterim?

Valla, bir şair gibi şiir yazmıyorum, yani yazamıyorum. Çünkü şiire tüm hayatınızı vermeniz gerekir. şiir boşluk kabul etmez. Ama karaladığım şeyler de yok değil. Öyle söyleyeyim. Filmle ilgili, sinemayla ilgili süreçte her zaman şiir benim için bir üretme yöntemi olarak başvurduğum bir bilgi. Şiir bütün sanatların özünde yer alan bir şey. Şiir bizi nesneyle, zamanla, mekânla ilişkilendirir. Yani şiirin süzgecinden geçmemiş bir yapıt bence her zaman bir eksikliği barındırır içinde. Yani bu görsel sanatlar da olabilir, edebiyat da olabilir. Şiir ön koşullardan biridir. Yani dünyayı anlamak için, verili dili kırması hasebiyle aslında dile karşı bir yapıdır şiir.

– Dile karşı gelen bir yapı… Yani bunu düzyazıya…

Aslında sözcükler bizim anlaşmamızı sağlayacak şeyler değil. Sözcükler iletişime yaramazlar. İletişim üstü bir şeydir sözcükler. İletişimin, algının olmadığı yerde şiir devreye giriyor.

– Yani şiir dili gerçek dilden bir kaçış ise sizin sinemanızın dili de gerçek dilden bir kaçıştır.

Hayır, böyle yorumlayamayız. Bu yanlış bir yorum. Ben “gerçek” diye bir kelime kullanmıyorum. Yani bunu böyle yorumlarsanız yanılırsınız.

– “Gerçek” derken, ben bizim algıladığımız gerçekten bahsediyorum.

Şimdi terminolojiyi doğru kullanmamız lazım. Yani ben algıdan da bahsetmedim, gerçekten de bahsetmedim. Ben dilden bahsettim. İletişim dilinden bahsediyorum, insanların kurduğu dilden bahsediyorum. Şimdi konuştuğumuz dilden bahsediyorum. Farkındaysanız sinemamda çok az konuştururum. Ben de çok fazla konuşmayı seven biri değilim. Gördüğünüz gibi şu anda zaten anlaşılmazlık başlıyor. Siz kendiniz “gerçek” diyorsunuz. Halbuki ben gerçeğin adını anmadım. Bir de şu yaptığınız alıntıyı ben hiç anlamadım. Hiçbir şey anlamadım alıntıdan. Ve Cioran’ı hiç sevmem.

– Çok melankolik mi buluyorsunuz?

Hayır, onun nihilizmini hiç sevmiyorum. Yani bu sorunuz ondan temellendiği için bağlantı kuramıyoruz sizinle. Yani… (Burada Semih Kaplanoğlu nefesini tutup bekliyor. Susuyor.)

– Anladım. Diğer sorumuza geçelim. Kısa süreliğine de olsa Ece Ayhan ile aynı evi paylaştığınızı, bir zamanlar edebiyat dergilerinde şiir yayımladığınızı biliyorum. şiirle yoğun olarak hemhal olduğunuz o yıllarda en çok etkilendiğiniz, takip etiğiniz şair kimdi?

İkinci Yeni’yi yoğun olarak takip ettim. modern Türk şiirini diyelim; bir ucu Yahya Kemal’e ve Ahmet Hamdi Tanpınar’a diğeri Ahmet Hâşim’e değen bir tarafıyla da Edip Cansever, Turgut Uyar’a eklemlenen o şiiri takip ettim. Özellikle İlhan Berk, Ece Ayhan, Behçet necatigil, Sezai Karakoç gibi şairle-ri yoğun okudum, etkilendim. Hâlâ da okuyorum. O şairlerden hem şiirle ilgili bir zevk hem de bir okuma ve öğrenme yönü kazandım. Öte yandan o tarihlerde çok gençken, yirmili yaşların başındayken onlarla tanışmış olmam, -Ece ağabeyle ve diğerleriyle- beni etkilemiştir. Onların ortaya koyduğu ahlaklı yaşama, hayatla kurdukları bağlantı ve eserlerinde yaptıkları şeyler bir tutarlılık içinde oluyordu. Sadece şiir yaparkenki tutumları değil, hayatı yaşarkenki tutumları da önemli bir değerdi.

– Siz söylerken kafama bir soru takıldı: Ece Ayhan’ın bazı durumlarını anlatan kitaplar var. Bunlarda Ece Ayhan sizin bahsettiğiniz gibi tutarlı bir hayat yaşamadığını biliyorum ben.

Tutarlılıktan ne anlıyorsunuz siz?

– Tutarlı derken, iki gün sevdiği bir insana üçüncü gün savaş açabilen bir insanmış. Biz öyle duyduk.

Öyle duymuşsunuz ama mesela bunda karşı tarafın da hataları olabilir. Ece, zor bir adamdı. Benim tutarlılıktan kastım şudur: Kendi şiiri ile kendi hayatı arasında görülmez bir şekilde tutarlılık var.

– Cahit Zarifoğlu’nda da olan bir şeydir.

İnsan ilişkisi çok başka. Bu ilişki tek yönlü değildir. Ece çok duyarlı, insan gibi insan olan bir insandı. Haksızlıklara, sadece kendisine yapılmış değil bir başkasına yöneltilen haksızlığa da tepki gösterirdi ve davranışlarında insanlığı, “ahlakı” gözetirdi.


(Küçük bir kısmını yayınladığımız söyleşinin devamını 8. sayımızda okuyabilirsiniz.)

AFYON!