30 Ağustos 2009 Pazar

Akatalpa'daki yeniyazı haberi



SINGIR BAŞKENTTEN BİLDİRİYOR

Ali SINGIR
Meğer insanın yazısının yayımlanması ne tuhaf şeymiş. Herkesin yazımı okuduğunu ve yüzüme anlamlı anlamlı baktığını düşünür gibi olmaktan kendimi alamadım uzun süre. Bu saçma ve sapık bir duygu olsa gerekti ki, doğrusu yazımı kimsenin okumamış olduğuydu. Hatta dergiyi çıkaran muhterem zevatın bile. Nereden çıktı bu derseniz, şundan derim ki, kendilerini e-mail bombardımanına tuttum; yazımı yayımladığınıza göre beğendiniz mi, başka yazmamı ister misiniz, yazdığıma tepki veren oldu mu hiç, ilh, ilh… Çölde fırtınalar esti, dünyanın bir ucunu çekirgeler istila etti, bilmem şu kadar insan doğdu ve şu kadar insan öldü, dergiler, kitaplar, şiirler, hikâyeler, romanlar yayımlandı, seslerin, gürültünün, müzik dedikleri sistemli türlü gürültünün haddi hesabı yok, bana cevap veren yok, ‘kırıldım, küstüm, gücendim’, iyice içime çekildim, üç gün çay ve su içtim, lokma boğazımdan geçmedi, iyi de oldu bir iki kilo verdim, sonraki birkaç gün bildiğimi bulduğumu kör boğazıma tıktım, evde değil ferah ferah yaşamamı, nefes alıp vermemi zorlaştıran gazete, dergi ve kitapları kucak kucak çöplüğe taşıdım.
Ne oldu, bütün çeri çöpü hortumlayıp götüren belediye temizlik görevlileri, benim değerli varağımı taşımaya tenezzül etmediler, eyvah ki eyvah, mahalle sakinleri çöp adam, evinin çer çöpünü sokağa mı taşıdın diye başıma çökecekler diye ödüm koptu, bir şafak vakti, müminler sabah namazı için uyanmadan, benzin döküp hepsini yaksam diye geçirdim içimden, sonra ak pak niyetimi polise anlatamam, mahalleyi kundaklama girişiminden hapsi boylarım diye korktum ve bilin bakalım ne yaptım, nereden bileceksiniz tabii, evden kaçtım.
Çocukluğumun geçtiği başkente geldim, yaz tatili diye kendini Ege-Akdeniz kıyılarına vuran kuzenimin boş evine kapağı attım. Ooh kuzenimin bilgisayarı da elimin altında, birkaç tanıdığa hemen internet üzerinden birkaç mektup döşendim, dergiye de üç beş adet; ıııh, öldür Allah, yanıt yok. Ha, sokağa bıraktığım evrak harmanından türeyen bir gelişme var mıdır diye gazeteleri, haber sitelerini de inceledim birkaç gün boyunca.Sonra dedim ki kendi kendime, işte gözetlenmiyormuşsun, işte dinlenmiyormuşsun, oğlum işte kazınmıyormuşsun, var mısın yok musun kimsenin umurunda değilsin. İçimi kesif bir yokluk duygusu kesti ki kendimi Ankara caddelerine dar attım.
Bir süre sonra bitap bedenimi yeniden kitaplar, dergilerle lebalep dolu, yıllar boyunca başkente her geldiğimde uğramadan duramadığım kitapçıda bulmaz mıyım! Hay Allah, yine ne yapmıştım? Varlığımı yeniden bir nâra mı atmıştım?
Derken kendimi birdenbire yeniden iyi hissetmeye başladığımı, damarlarımın genişlediğini, kanımın rahatlıkla akmaya başladığını, göz karartımın geçtiğini, baş ağrımın dindiğini fark ettim. Bütün şiir, edebiyat, sanat dergilerinin son sayılarını kaldırdım tezgâhtan birer birer; birkaç gün simit ekmekle, çay ve çorbayla idare etme pahasına, birkaç günlük harçlığımı orada bırakıp yeniden yeğenimin evinin yolunu tuttum.
Hızla kaldırdığım dergilerden biri yeniydi, hatta adı da Yeniyazı’ydı. Bütün hepsini bıraktım, baştan sona bunu okudum. Eskiden her dergiden en çok birkaç yazı, birkaç şiir, varsa bir iki hikâye okumakla yetinirken, nasıl olduysa bu Yeniyazı’yı tepeden tırnağa okuyuvermiş ve içinde bulunduğum atmosferi iki günlüğüne unutuvermiştim.
Parmaklarım bilgisayar tuşlarına koşunca anladım ki meğerse ben bu dergiyi, gizli bir emelle, onu tanıtan bir yazı yazar mıyım gibi zavallı bir umutla okumuşum.
Lakin bu defa içimin kararmasına izin vermedim, perdeleri aralayıp içeriye aydınlığı buyur ettim, yaldırı yaldırı yazmaya başladım… Akatalpacılar yayımlamazsa, birkaç dergiye abone olur, onlardan birine yollarım, dedim kendi kendime. Sevgili Büyük Usta Sait Faik, beni affet, senin şu meşhur cümleni sana bırakarak, yazmasam olmayacaktı, dedim…
*
Yeniyazı iki aylık bir “kültür ve edebiyat dergisi”. İlk altı sayısı fanzin olarak çıkmış. Dergiye dönüşen temmuz-ağustos aylarını kapsayan I. sayısı tam 96 sayfa. Bir “Çerçeve” konusu var: Seyhan Erözçelik; bir de “Atölye” konusu: Akvaryum.
Allah Allah, Seyhan Erözçelik’i anladık, iyi de olmuş, ama bu akvaryumun işi ne edebiyat dergisinde demeyin hemen siz de benim gibi; gelecek sayılarda da önce “kambur”, sonra “hamur” konusu işlenecekmiş. Hamur’u ironi anlamındaki humor diye okumayın sakın. Hamur, basbayağı hamur. Una su katılarak ekmek yapılır ya hani.
Hepimiz destek oluruz da inşallah Yeniyazı’nın ömrü vefa eder ve o da bizlere başka “-ur”lu atölyeler hediye eder. Onur-nur, okur-kur… aman Allahım, Türkçemizde “ur”la biten ne çok terim varmış!
Şu geçici gurbetliğim biter de sağ salim şehrimle evime avdet edersem Hececiler kralı eski şair arkadaşıma, ur’lu kafiyelerle uğuldayan, şöyle dört başı mamur, 32 kısım tekmili birden bir destan çattırıp bunu bu genç arkadaşlarımızın dergisine yollayarak esaslı bir katkıda bulunuruz diye geçirdim içimden.
Şaka maka ya yâran, bu dergi vallahi epey kafamı karıştırdı, ama bir taraftan da hoşuma gitti. Demek ki kafaların karışması da iyi şu sıcaklarda, sıcaklığı biraz daha artırıyor, kıvamımıza yaklaşıyoruz. Kıvam gibisi var mıdır?
Hüseyin Meme, Ramazan Parladar, Yavuz Türk, Volkan Hacıoğlu, Cihat Duman, Erkan Irmak, Hüseyin Kaptanoğlu, Bahadır Sürelli, Can H. Türker ve Musa Uysal komutasında, imeceyle yola çıktığı anlaşılan bu seyahatin uzun sürmesini isterim. Ancak bizde âdet şöyledir: Bir süre sonra sapır sapır dökülmeler başlar, biri ikisi zaten işin eksenidir; iş büsbütün onların ya da sonradan peydahlanacak bir iki kişinin omzuna çöker. Böyle birileri çıkmazsa öldür Allah yürümez. Çünkü burası burasıdır. Buraya da haksızlık etmeyelim ama. Muhtemelen dünyada da böyledir bu durumcuk. Ülke ülke gezip istatistik mi tuttuk?
Bunca mugalatadan sonra Yeniyazı’da şiir ve yazıları bulunanların adlarını derç edelim önce şu aziz bilgisayar ekranına, oradan da kâğıda. Şairler: Tozan Alkan, Ahmet Ada, İhsan Topçu, İsmail Cem Doğru. Jean Daive (Çev. Zeynep Oktay), Lâle Müldür (S. Erözçelik dosyası içinde), Seyhan Erözçelik (iktibas), Kaan Koç, Can. H. Türker, Mustafa Berkay Işık, Mehmet Fatih, Ralp Waldo Emerson (Çev. Volkan Hacıoğlu), Gayr-i Mümeyyiz (Akvaryum dosyası içinde), Nurullah Kuzu, Nur İpek Önder, Gökhan Arslan. Yazarlar: Serdar Soydan, Gökhan Arslan, Ramazan Parladar, Şeref Bilsel, Bâki Ayhan T. (son üçü S. Erözçelik dosyasında), Erkan Irmak, Bahadır Sürelli, Ahmet Mithat (iktibas), Musa Uysal, Yavuz Türk, Akın Çınar, Raif Kadıoğlu (son beşi Akvaryum dosyasında), Hüseyin Peker, Hüseyin Alemdar, Cihan Duman.
Hepsi iyi hoş da, şu İki Hüseyin’in ne işi var burada demeyin. Peker ve Alemdar Hüseyinler edebiyat camiasının jokeridir. Nerede bir ihtiyaç hasıl oldu, Hüseyinler hemen oraya damlar, Hızır aleyhisselatü vesselam gibi imdada yetişirler. Büyük Hüseyin yani Peker, dergileri yazacakmış her ay, Küçük Hüseyin yani Alemdar da, dergiye yeni şairler sunacakmış.
Alemdar Hüseyin aynı zamanda sinemacıdır babadan, öyle çıkarırım yazdıklarından, kendisini tanımam etmem, yeni yetenek sunma yeteneğini köreltmemek için yeteneğini biraz böyle değerlendiriyor olmalı.El-hak ki Alemdar’ın dergide sunduğu genç yetenekler de yetenekliler maşallah, iyi şiirler yazmış görünüyorlar. Ben bu şiirden pek anlamasam, yüzyıllar içinden ağlayıp, çağlayıp, dağlayıp, bizi derin daüssılaya bağlayıp gelen Divan Edebiyatından on yıllardır virgül sektirmeden, her zaman aynı nefesleri rikkatle aynı harfler arasında alıp vermeye bilhassa dikkat göstererek ezbere okuduğum şiirlerin üzerine gül koklamamak için şu modern ve postmodern çağ şiirine mesafeli dursam da.
Şimdi ister misiniz ki Akatalpa yöneticileri, aralarında da bolca şair var zaten, şiirden anlamadığımı açıkladığımdan dolayı yazımı çöpe atsınlar. Olmaz demeyin, internette de çöp kutusu var biliyorsunuz. Ama ben de madem şunca yıl sonra böyle haldırı haldırı yazmaya giriştim, artık günümüz şiiri denen laf harmanıyla aramdaki mesafeyi rüzgârda savurmalı, hatta uygun kıvama eriştirip bunu buhar etmeliyim. Bu şiirler bana yürüyüp gelemeyeceğine göre de ben bunların hanelerine ziyarete gitmeliyim.
Aha da bir ilk adım, birden şu dikkatimi çekti ki, affedersiniz, Yeniyazı şairlerinin babalarıyla sorunları var sanki. İlk şair Tozan Alkan da son şair Gökhan Arslan da babalarıyla didişiyorlar ki ne didişme, okumak gerek!
Ayağım yerden kesilmeye başladı, ben bu sularda yüzemem, yâr yâr aman!
Gelecek ay anneleriyle didişen hanım şairlerin bulunduğu bir dergi bulmayı ümit ederek, burada ya da Yeniyazı’da görüşmek üzere, şimdilik bana eyvallah...
Diyecektim ki, eklemeliyim; niye dergileri hep överek tanıttığımı sanıyorsunuz, sempati ağımı genişletmek ve sıkışırsam oralarda da yazmak için elbette…
Yalnız bir övdünüz mü, bir de, hayır sövme dövme değil, nasıl desem, biraz ısıracaksınız. Diyeceksiniz ki dergilerde iktibas, şimdi alıntı diyorlar ya, makbul değildir, sakın ha bunu çoğaltmayasız. Bir başkası da, bir imza bir sayıda ancak bir defa buluna.
Sırası gelmişken, lafı da gediğine koyalım: Bu durum, Akatalpa’nın da baş sorunu, nasıl görmezler! Eyvah ki eyvah, sular iyice kaynayacak, kıvam diye tutturmuşken, ortalık buhara kesecek…
Nasıl desem, hem ön sayfada adınızın baş harfleriyle, yazılar yazacak, hem de içerde açık adınızla şiir kitaplarını sıraya dizeceksiniz: Aktır karadır, aktır karadır…
Derhal ve sırayla, kitapların içine bakmadan, hak geçirmemek için içerdeki şiirleri bile okumadan, birine ak diğerine kara, birine ak diğerine kara, bir ters bir yüz, bir ters bir yüz… deme hakkaniyetini gösterecek bir şiir teştimanı bulunmalıdır bu dergide, Sıngır kulunuzun görüşüne göre.
*
Hamiş: Müjde sevgili okurlarım, yazımı internetten derginin adresine yollamıştım ki hemen aynı gün beni sevindiren, biraz da şaşırtan, bir cevap aldım. Kehkehkeh: Sonunda başardım mı ne?
Üç kişiden dördünün şair sayıldığı güzel ülkemizde, avam yerine konmamak için kimsenin yazı yazmak istemediğini, esasen ikili imzaya da bunun yol açtığını, bu yoklukta benim yazımın da abdurrahman çelebi yerine geçebileceğini, ama tek koşullarının bu ayki yazımın başlığının yukarıdaki başlık olmasını rica ettiklerini yazmışlar.
Doğrusu neden böyle bir istekte, istek de değil dayatmada bulunduklarını anlayamadım ve perişan oldum önce. İçimden geçen ilk duygu, bırak şu yazarlık hayalini, çek kuyruğunu gitsin, şunca yıl yazıp yayımlamadın, neyin eksikti, 30 mektubuna cevap vermiyorlar, 31.’ye de şart koşuyorlar şeklindeydi.Aradan bir iki gün geçince yumuşadım, ben de az kelam etmemiştim arkadaşlara, ayrıca elbet onların da bir bildikleri, belki de uğurları, totem saydıkları davranış biçimleri vardır dedim kendi kendime.
Yahu, ben başkentte misafirim; bildiğiniz gibi aslen İzmirliyim, diyemedim bu yüzden. Sonra, bir meşhur olayım, bu hesaplaşmaları o zaman yaparım, diye geçirdim içimden ve cevap yazdım kendilerine, yayımlayabileceklerini söyledikleri yazımın sonuna da bu uzun hamişi ve kendi şartımı ekledim. (Şu yazıyı yazabilmek için tırmanmadığım duvar kalmamıştı, benim de kendimi biraz ağıra satma hakkım vardı, ayrıca yazımı gerçekte ya çok beğenmişlerdi, çelebi demelerine rağmen; ya da bana ihtiyaçları had safhadaydı.) Nokta virgül ve anlatım bozukluğu yapmışsam bunları düzeltebileceklerini, lakin bunların dışında yazıma dokunmamalarını, hiçbir satırımı kesmemelerini, bilhassa da bu notu olduğu gibi korumalarını rica ettim. Hayd’allah rast getire…
(Akatalpa, Ağustos 2009, Sayı 116, s. 13-14)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder