30 Ekim 2009 Cuma

“Karamsarlık, Metinlerimden Okurun Çıkardığı Bir Sonuç; Evet, Sonuçlardan Biri Ama İlki ve Tek Değil.”

(Ayfer Tunç röportajından bir bölüm)

ayfer tunç-yavuz türk

- Sizin kuşağınız genel olarak daha yenilikçi ve deneysel bir edebiyatın izini sürmüştü. Sizde bu etki daha az gibi görünüyor. “Fehime”, “Kırmızı Azap” gibi deneysel örnekler dışında çoğunlukla klasik üslupta yazmak ve düşünmek için kuruyorsunuz öykülerinizi. Bir yerde de, “geleneği reddetmek” diye bir derdinizin baştan beri olmadığını belirtiyorsunuz. Sizde gelenekçi yön, çağdaşlarınıza göre daha güçlü; ancak bugün yazılanla da bağınızı koparmıyorsunuz. Ben kendi adıma, geçmişe olan tutkunuzla ilişkilendireceğim bu özelliğinizi. Bir yazar geçmişi, geleneği nasıl okumalı sizce?

Önce şunu soralım: Deneysel edebiyat deyince ne anlıyoruz? Biçimsel olarak klasik üslubun dışına çıkmış metinlerden mi söz ediyoruz sadece? Yoksa bazı yazarların deney amaçlı olarak alkol, ilaç ya da uyuşturucu etkisi altında kaleme aldıkları metinlerden mi? Örneğin Henri Michaux doktor kontrolünde aldığı ilacın etkisinde yazarak böyle bir deney yapmıştı, ki bana kalırsa bu, kelimenin tam anlamıyla “deneysel edebiyat”tır. Ya da yazarların (bence hüner kapsamında değerlendirilmesi gereken) bir hedef koyarak yazdığı metinlere mi deneysel demeliyiz? George Perec’in hiç “e” harfi kullanmadan yazdığı Kayboluş adlı romanı gibi. Modernist metinlerden mi, avangart metinlerden mi, postmodern metinlerden mi söz ediyoruz? “Fehime” ve “Kırmızı Azap”ı yenilikçi olarak niteliyorsunuz, bence değil, çünkü her ikisi de daha önce kullanılmış olduğu için yeni olma niteliğini kaybetmiş tekniklerle yazılmış metinler. Her ikisinde de kullandığım tekniklerin mucidi değilim, Türk edebiyatında ilk kullanan da ben değilim. Tutunamayanlar’ın noktalama işaretleri bulunmayan o kocaman bölümünü hatırlayalım. Ya da metnin, bir metin olarak doğuşunun bilincinde olduğunu ortaya koyan ve “Kırmızı Azap”tan önce yazılmış çok sayıda metin var edebiyatımızda. Çerçeveyi deneysel değil yenilikçilik olarak tarif edersek yine aynı şeyi söylemek mümkün. Yeniliğin değeri yıpranmamışlıkla birlikte algılanır. Yıpranmış yenilik standartlaşmıştır ve yenilik olmaktan çıkmıştır. Örneğin Laurence Stern’in Tristram Shandy adlı romanını ele alalım, asıl yeni odur. Postmodern edebiyattan çok uzun yıllar önce, 18. yüzyılda yazılmış bir postmodern roman. Ya da Haldun Taner’in Ayışığında Çalışkur adlı yapıtı. Yapısı itibariyle kolayca “roman” diyemediğim bu kitap yanlış hatırlamıyorsam 1955’te yayımlandığında, Türkçede postmodern sözcüğü telaffuz bile edilmiyordu. Kendi yazdıklarımdan ör nek verecek olursam, içerik ve anlam bakımından yenilikçi sayılabilecek metnimin “Suzan Defter” olduğu kanısındayım. En azından yenilikçi bir amaç taşır, “kaç anlatıcı varsa o kadar gerçek vardır” cümlesiyle özetleyebileceğim bu ontolojik amaç, metnin biçimini de belirler. Kısacası “deneysel” ya da “yenilikçi” nitelemesini o kadar da kolayca yapamayacağımızı vurgulamak istiyorum. Ama klasik üslup derken, tanım konusunda tam bir uzlaşma sağlayamasak da, aşağı yukarı ne kastettiğimizi biliyoruz aslında. Ben anladığımı söyleyeyim: Tahkiyenin hükümranlığı. Tahkiye klasik üslubun
tamamı değildir, ama unsurlarından biridir. Evet, Mağara Arkadaşları ve Aziz Bey Hadisesi’nin içerdiği öyküler, tahkiyeyi esas alan bir yapıda kurulduğu ve zaman çizgisi düz bir biçimde aktığı için klasik üslup çağrışımı yapabilir, ama Taş-Kâğıt-Makas ve Evvelotel gerek kitap bütünlükleri, gerek öykülerin inşa özellikleri açısından gelenekle kolayca ilişkilendirilen klasik üsluptan kopma sürecimi gösteriyor. Öte yandan okurda “gelenek” çağrışımı yapan şeyin geçmişle olan bağım değil, tahkiyeyi öne çıkarmam, bütünlüklü bir hikâye anlatma kaygım olduğu kanısındayım. Peki, benim için “edebi gelenek” ne anlama gelir? Bence gerek bir yazarda, gerek bir dilin edebiyatında zuhur eden yenilik birdenbire ortaya çıkmaz, mayasını kendinden öncekilerde taşıyordur, gelenek dediğimiz şey de bu mayanın ta kendisidir. Edebiyat zaman dışı yaşayan, bağımsız bir organizma değildir; tarihle, sosyal yapıyla, hayatta yaşanan her türlü değişimle sıkı bir ilişkisi vardır. Ferit Edgü, Dostoyevski’nin “Hepimiz Gogol’ün paltosundan çıktık” cümlesine göndermeyle, bizim de Sait Faik’in paltosundan çıktığımızı söyler. Doğrudur. Ben buna bir ekleme yapabilirim. Benim kuşağımın yazarlarının çoğunda Tanpınar’dan Oğuz Atay’a, ondan da bize geçen, bizim de bizden sonrakilere ister istemez aktaracağımız bir tür DNA var. Bu kimlik kartı Tanpınar’dan benim kuşağıma gelirken dönüşmüş, değişmiş, benden sonra da değişim devam edecek. Tanpınar’a da kendinden önceki kuşaklardan miras kalan bu DNA aktarımına, ben “gelenek” diyorum. Bu nedenle geleneği reddetmek gibi bir kaygım olmadı, çünkü kendimden önceki kuşaklarla bu kadar kuvvetli bir organik bağ kurduktan sonra geleneği reddetmem mümkün değil. Tıpkı fiziksel-biyolojik olarak atalarımdan bana miras kalan genleri taşıdığımı inkâr edemeyeceğim gibi.

(Söyleşinin tamamına yeniyazı'nın 3. sayısından ulaşabilirsiniz)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder