4 Eylül 2009 Cuma

“Roman Okumanın, Dünyayı Hikâyeler Aracılığıyla Düşünmenin İnsanda Bağımlılık Yaratan Bir Tarafı Var.”



(Nurdan Gürbilek röportajından bir bölüm)

nurdan gürbilek - erkan ırmak

- Size soru sormak üzere kitaplarınızı okurken fark ettiğim ilk ve en önemli şey, size soru sormanın zorluğuydu sanırım. Bu yüzden söyleşiye buradan başlamak istiyorum. Yazdıklarınızın okuyanın üzerinde bıraktığı yoğun bir ikna etkisi var, metni bitirdikten sonra anlattıklarınıza dair nadiren bir soru işareti kaldı aklımda. Öyle ki, aynı alıntılardan, tespitlerden yola çıkarak bir başka sonuca ulaşsanız onu da kolaylıkla bana kabul ettirebilecektiniz. Bununla yazdıklarınızın altının yeterince dolu olmadığını elbette kastetmiyorum. Ama öte yandan bir kitabınızı bitirdikten sonra onu özetlemeye ya da ana fikrini çıkarmaya çalıştığımda da uzun süre duraksadım. Düşününce, iki açıklama üretebildim bu durumla ilgili. İlki, üzerine yazdıklarınızın yanında, bizatihi yazılarınızın kendisi birer edebiyat ürünü olduğu için kolaylıkla argümanlarına ayrıştırılamıyordu; ikincisiyse, ele aldığınız noktaların çokluğu ve kurgunun yoğunluğuydu. Acaba siz yazdıklarınızı dil, üslup, kurgu, biçim açısından nasıl görüyorsunuz? Bir başka deyişle, bütün kitaplarınızın ortak özelliği olan edebiyat metinlerinin “ne”yi anlattığından çok “nasıl” anlattıklarına bakmanız gibi, “ne” anlattığınız kadar öne çıkan bu “nasıl” anlattığınız sorunu sizin için ne ifade ediyor yazarken?

Sanırım problem, benim kuramsal yazıyla denemeyi iç içe geçirmemden kaynaklanıyor. Bu ikisini genellikle ayrı düşünüyoruz; bir yanda nesnel, mesafeli fikir yazıları var, kavramlarla ilerleyen, duygu sızdırmayan kuramsal ya da analitik yazılar; diğer yanda yazanın kendi yaşantısını da işin içine katan, daha öznel, sizin de dediğiniz gibi “ne” yazdığı kadar “nasıl” yazdığını da önemseyen, yani belli bir üslup kaygısı olan yazılar. Aşağı yukarı böyle özetleyebileceğimiz bir ayrışma, hatta bir işbölümü var analitik yazıyla deneme arasında. Galiba sorun benim bu ayrımı bir türlü ciddiye alamamamdan, daha doğrusu analitik yazıyla denemeyi bir biçimde barıştırma, barıştırma değilse bile birbirine açma isteğimden kaynaklanıyor. Çok ölçülmüş biçilmiş, baştan hedeflenmiş bir tavır değil aslında; ama konu edebiyat olunca, ister istemez bu ayrımı biraz zorlamak gerekiyor, çünkü üzerinde düşündüğünüz malzemenin diliyle sizin dilinizin bir biçimde temas etmesi lazım. Evet, kuram önemli, tezler, analiz, kavramlar önemli; ama diğer yandan bütün bunların kolayca atıllaşabileceğini de biliyoruz, yani nesnenin kendisini konuşturmaktansa kendi kendilerini konuşur hale geleceğini. Cemil Meriç’in sevdiğim bir benzetmesi var, sözcüklerin gözümüzün önünden bir trenin vagonları gibi öylece geçip gitmesinden söz ediyor; yüklerini boşaltmış vagonlar gibi kimseye bir şey demeden geçip gitmeleri. Bu yüzden kavramın arada sırada oraya tam sığmayan içerikleri hatırlaması, tekil yaşantılara da yer açması gerekiyor. Denemenin önemi burada bence, çünkü kuramsal yazı otobandan bastırıp giderse, deneme patikalardan, bazen tam nereye varacağını kestiremediğimiz keçi yollarından ilerler. Birinci problem, bu. İkincisi, edebiyat üzerine yazıyorsunuz, edebiyat yapıtını belli ölçütlerle sınıyorsunuz; ama orada tek yönlü bir ilişki yok, yani edebiyat yapıtı da aslında sizin ölçütlerinizi sınıyor, o ölçütleri yeniden düşünmenize yol açıyor. Bence deneme bu karşılıklı konuşmayı duyulabilir hale getirebilir; edebiyat üzerine yazanın kendi öznelliğini, kendisinin de yazıyor olduğu gerçeğini, yapıtı değerlendirirken ortaya attığı ölçütlerin pekâlâ kendisi için de geçerli olabileceğini düşünmemize, bir bakıma yazanın kendi bakışını da sorunsallaştırmasına, kendi düşünsel-duygusal gelgitlerini ya da açmazlarını da düşünmemize imkân tanıyabilir. Yani kuramla edebiyat arasında tek taraflı bir ilişki yok; kuramın edebiyata diyeceği varsa, edebiyatın da kurama diyeceği var. Ben bu ilişkiyi böyle ikili düşünmeye yatkınım. Tabii bütün bu kaygılar bir üslup kaygısını da beraberinde getiriyor, ama üslup kaygısı deyince, aman yazdıklarım edebi olsun, anlattığımı güzel anlatayım gibi bir şeyi kastetmiyorum. Üslupta aslında bir biçimsel zorunluluk var; bazı şeyleri ancak öyle anlatabildiğiniz için öyle anlatırsınız; çünkü başka türlü anlatamıyorsunuzdur. Denemenin böyle zorunlu bir tarafı var benim için; kendi sesime başka türlü tahammül edemediğim için, başkalarından geçtim kendime inandırıcı gelmediğim için böyle yazıyorum. Aslında ilk kitapta, üstelik en az edebiyatla ilgili olan kitapta, Vitrinde Yaşamak’ta bile kısmen vardı bu. Bir yandan 12 Eylül’ü izleyen kültürel dönüşümü çözümlemeye çalışıyordum, ama bir yandan da açıklamaya çalıştığım gerçeklik beni de fazlasıyla etkilemiş, ancak dehşet duygusuyla, öfkeyle, yasla ele alabileceğim bir gerçekti. Yani kültürel iklimle kişisel tarih birbirinden ayrılmaz bir biçimde iç içe geçmişti. Bu yüzden de analitik dikkatle duygu çatışmasına aynı anda yer vermek zorunda hissetmiştim kendimi ve o sırada deneme buna imkân tanıyan bir biçim olarak görünmüştü bana. Özetleme zorluğu dediğiniz şeyin bir kısmı buradan kaynaklanıyor galiba; tabii bir kısmı da yazının yeterince olgunlaşmamış olmasından kaynaklanıyor, o da ayrı. Zaten bütün bu söylediklerim yazdıklarımı problemsiz gördüğüm anlamına gelmiyor. Tersine, söyledikleriniz çok iyi anlıyorum; bazen işler karışabiliyor, düşüncenin netliği bozulabiliyor, hatta bu yazış tarzı yalnızca özetleme zorluğuna değil, düpedüz yanlış anlaşılmaya da yol açabiliyor. Son zamanlarda beni de epey düşündürüyor bu, çünkü bu problemi bir biçimde aşmak lazım. (s.17-19)
(Çok ufak bir kısmını yukarıda yayınladığımız bu güzel röportajın tamamını, yeniyazı'nın 2. sayısında bulabilirsiniz.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder