29 Aralık 2009 Salı

Kısmet

Yeni bir yıla girdiğimiz şu günlerde hiçbirimiz bir sonraki yılın olup olmayacağını, hangimizin kısmetine nelerin ya da kimlerin düşeceğini bilmiyoruz. Anılar ve hayaller arasına sıkışmış ‘şu an’ tek sermayemiz. yeniyazı,
okurlarının ‘şimdiki zaman’larını dergiye ayırmış olmalarından mutlu. Okumak, okunmak, edebiyata katkıda bulunmak, dergideki arkadaşlarımızla mesai paylaşmak bizi güçlendiriyor.
Okumakta olduğunuz dördüncü sayı ve diğer tüm sayılar çeşitli disiplinlerden gelmiş, beslenmiş yayın kurulumuzun hem maddi hem de manevi katkılarıyla hazırlanmıştır. Dergiyi hep birlikte yayına hazırlıyor olmanın sadece olumlu yönlerini görüyor ve egolarımıza takılmadan işimizi yapmaya çalışıyoruz.
Daha önce de ‘vurgulu’ biçimde belirttiğimiz gibi okurlarımızın olumlu/olumsuz eleştirilerine şiddetle ihtiyaç duyuyoruz.
Çerçevemize bu kez de öyküleri, sinema yazıları ve çevirileriyle tanınan Fatih Özgüven’i konuk ettik. Söyleşide Başak Deniz Özdoğan’ın sorularını yanıtlayan Özgüven’e samimiyeti için bir kez daha teşekkür ediyoruz. Özgüven hakkında yazılan metinleri de zevkle okuyacağınıza inanıyoruz. Çerçeve bölümümüze dair pek çok olumlu eleştiri alıyoruz okurlarımızdan. Bu bölümde yayımlanan kapsamlı söyleşileri belki ilerki günlerde güzel bir kitap haline getirebiliriz.
Bu sayının Atölye konusu “böcek”. Dergimizin ilgili sayfalarında, yine bir izlek etrafında dolaşan ilginç metinler okuyacaksınız. Dördüncü sayımızda bizi en çok heyecanlandıran ise Ece Ayhan’ın iki adet mektubuna ulaşmış olmamız. Bu mektupları bize ulaştıran ve dahası Ece Ayhan’la olan sıkı dostluklarını yine ‘sıkı’ bir metinle kaleme alan Ülkü Başsoy’a çok teşekkür ediyoruz.
Beşinci sayımızda Çerçeve konuğumuz Ülkü Tamer olacak; atölyede ise “kutu” üzerinde duracağız.
Altıncı sayımızın Çerçeve konuğu Orhan Koçak; atölyede ise “tüy” irdelenecek.
Son olarak: Yıl bitmeye yakın, kayıplarımız da arttı. Yılı karamsar biçimde kapattık: Zeki Ökten, Ahmet Uluçay, Ali Kaygun, Cüneyt Gökçer ve Selma Ağabeyoğlu’nu kaybettik...
Yazışmak üzere…

30 Ekim 2009 Cuma

“Karamsarlık, Metinlerimden Okurun Çıkardığı Bir Sonuç; Evet, Sonuçlardan Biri Ama İlki ve Tek Değil.”

(Ayfer Tunç röportajından bir bölüm)

ayfer tunç-yavuz türk

- Sizin kuşağınız genel olarak daha yenilikçi ve deneysel bir edebiyatın izini sürmüştü. Sizde bu etki daha az gibi görünüyor. “Fehime”, “Kırmızı Azap” gibi deneysel örnekler dışında çoğunlukla klasik üslupta yazmak ve düşünmek için kuruyorsunuz öykülerinizi. Bir yerde de, “geleneği reddetmek” diye bir derdinizin baştan beri olmadığını belirtiyorsunuz. Sizde gelenekçi yön, çağdaşlarınıza göre daha güçlü; ancak bugün yazılanla da bağınızı koparmıyorsunuz. Ben kendi adıma, geçmişe olan tutkunuzla ilişkilendireceğim bu özelliğinizi. Bir yazar geçmişi, geleneği nasıl okumalı sizce?

Önce şunu soralım: Deneysel edebiyat deyince ne anlıyoruz? Biçimsel olarak klasik üslubun dışına çıkmış metinlerden mi söz ediyoruz sadece? Yoksa bazı yazarların deney amaçlı olarak alkol, ilaç ya da uyuşturucu etkisi altında kaleme aldıkları metinlerden mi? Örneğin Henri Michaux doktor kontrolünde aldığı ilacın etkisinde yazarak böyle bir deney yapmıştı, ki bana kalırsa bu, kelimenin tam anlamıyla “deneysel edebiyat”tır. Ya da yazarların (bence hüner kapsamında değerlendirilmesi gereken) bir hedef koyarak yazdığı metinlere mi deneysel demeliyiz? George Perec’in hiç “e” harfi kullanmadan yazdığı Kayboluş adlı romanı gibi. Modernist metinlerden mi, avangart metinlerden mi, postmodern metinlerden mi söz ediyoruz? “Fehime” ve “Kırmızı Azap”ı yenilikçi olarak niteliyorsunuz, bence değil, çünkü her ikisi de daha önce kullanılmış olduğu için yeni olma niteliğini kaybetmiş tekniklerle yazılmış metinler. Her ikisinde de kullandığım tekniklerin mucidi değilim, Türk edebiyatında ilk kullanan da ben değilim. Tutunamayanlar’ın noktalama işaretleri bulunmayan o kocaman bölümünü hatırlayalım. Ya da metnin, bir metin olarak doğuşunun bilincinde olduğunu ortaya koyan ve “Kırmızı Azap”tan önce yazılmış çok sayıda metin var edebiyatımızda. Çerçeveyi deneysel değil yenilikçilik olarak tarif edersek yine aynı şeyi söylemek mümkün. Yeniliğin değeri yıpranmamışlıkla birlikte algılanır. Yıpranmış yenilik standartlaşmıştır ve yenilik olmaktan çıkmıştır. Örneğin Laurence Stern’in Tristram Shandy adlı romanını ele alalım, asıl yeni odur. Postmodern edebiyattan çok uzun yıllar önce, 18. yüzyılda yazılmış bir postmodern roman. Ya da Haldun Taner’in Ayışığında Çalışkur adlı yapıtı. Yapısı itibariyle kolayca “roman” diyemediğim bu kitap yanlış hatırlamıyorsam 1955’te yayımlandığında, Türkçede postmodern sözcüğü telaffuz bile edilmiyordu. Kendi yazdıklarımdan ör nek verecek olursam, içerik ve anlam bakımından yenilikçi sayılabilecek metnimin “Suzan Defter” olduğu kanısındayım. En azından yenilikçi bir amaç taşır, “kaç anlatıcı varsa o kadar gerçek vardır” cümlesiyle özetleyebileceğim bu ontolojik amaç, metnin biçimini de belirler. Kısacası “deneysel” ya da “yenilikçi” nitelemesini o kadar da kolayca yapamayacağımızı vurgulamak istiyorum. Ama klasik üslup derken, tanım konusunda tam bir uzlaşma sağlayamasak da, aşağı yukarı ne kastettiğimizi biliyoruz aslında. Ben anladığımı söyleyeyim: Tahkiyenin hükümranlığı. Tahkiye klasik üslubun
tamamı değildir, ama unsurlarından biridir. Evet, Mağara Arkadaşları ve Aziz Bey Hadisesi’nin içerdiği öyküler, tahkiyeyi esas alan bir yapıda kurulduğu ve zaman çizgisi düz bir biçimde aktığı için klasik üslup çağrışımı yapabilir, ama Taş-Kâğıt-Makas ve Evvelotel gerek kitap bütünlükleri, gerek öykülerin inşa özellikleri açısından gelenekle kolayca ilişkilendirilen klasik üsluptan kopma sürecimi gösteriyor. Öte yandan okurda “gelenek” çağrışımı yapan şeyin geçmişle olan bağım değil, tahkiyeyi öne çıkarmam, bütünlüklü bir hikâye anlatma kaygım olduğu kanısındayım. Peki, benim için “edebi gelenek” ne anlama gelir? Bence gerek bir yazarda, gerek bir dilin edebiyatında zuhur eden yenilik birdenbire ortaya çıkmaz, mayasını kendinden öncekilerde taşıyordur, gelenek dediğimiz şey de bu mayanın ta kendisidir. Edebiyat zaman dışı yaşayan, bağımsız bir organizma değildir; tarihle, sosyal yapıyla, hayatta yaşanan her türlü değişimle sıkı bir ilişkisi vardır. Ferit Edgü, Dostoyevski’nin “Hepimiz Gogol’ün paltosundan çıktık” cümlesine göndermeyle, bizim de Sait Faik’in paltosundan çıktığımızı söyler. Doğrudur. Ben buna bir ekleme yapabilirim. Benim kuşağımın yazarlarının çoğunda Tanpınar’dan Oğuz Atay’a, ondan da bize geçen, bizim de bizden sonrakilere ister istemez aktaracağımız bir tür DNA var. Bu kimlik kartı Tanpınar’dan benim kuşağıma gelirken dönüşmüş, değişmiş, benden sonra da değişim devam edecek. Tanpınar’a da kendinden önceki kuşaklardan miras kalan bu DNA aktarımına, ben “gelenek” diyorum. Bu nedenle geleneği reddetmek gibi bir kaygım olmadı, çünkü kendimden önceki kuşaklarla bu kadar kuvvetli bir organik bağ kurduktan sonra geleneği reddetmem mümkün değil. Tıpkı fiziksel-biyolojik olarak atalarımdan bana miras kalan genleri taşıdığımı inkâr edemeyeceğim gibi.

(Söyleşinin tamamına yeniyazı'nın 3. sayısından ulaşabilirsiniz)

yeniyazı TÜYAP KİTAP FUARINDA!

yeniyazı TÜYAP Kitap Fuarı'nda 4. Salon 217 numarada sizleri bekliyor olacak. Buradan dergimizin bütün sayılarına ulaşabilirsiniz.

Kitap fuarında görüşmek üzere!

yeniyazı'nın 3. sayısının kapak konusu hakkında


Dergimizin kapağında yer alan bu fotoğraf, Çek yönetmen Jan Svankmajer'in 1982 yapımı Moznosti dialogu (Dimensions of Dialogue) adlı filminden bir kare. Üç bölümden oluşan bu kısa filmin, kapak konusu yaptığımız ikinci bölümünde kilden yapılmış bir çiftin tutkuyla başlayan ilişkilerini ve bu romantik ilişkinin sona erişine dek geçen süreci izlemek mümkün.

Svankmajer'in kil animasyonları, dosya konumuz üzerine düşünürken ilham verici oldular.
Moznosti dialogu'nun ikinci bölümünün youtube'ta yer alan videosu da burada. İzlemeniz şiddetle önerilir!




Niyet

Üçüncü sayı, geriye dönüp alınan yola bakmak için çok erken bir durak, belki bir durak bile değil henüz, sadece iyi niyetle ve amatörce atılmış ilk iki adımın izleri var ardımızda. Buna karşın, derginin fanzin olarak çıkan hacimce daha küçük ilk somutlaşmaları ve ardından (yeni) yeniyazı’yı nasıl bir dergi olarak hayal ettiğimizi konuştuğumuz günden bu yana geçirdiğimiz aylar boyunca hissettiğimiz heyecanı hâlâ aynı kuvvetiyle yaşadığımızı söyleyebiliriz.

Belki hatırlatmakta fayda var: yeniyazı, bir şahıs ya da türdeş zihinlerden oluşmuş aynı “görüş”ten yola çıkmış bir dergi değil. Bir editörü ya da genel yayın yönetmeni ya da son sözü söylemekle yetkili bir büyük “ağabeyi/ablası”, -herkesin aklından geçenleri önemsemekle beraber- “akıl hocası” yok yeniyazı’nın. Dolayısıyla, derginin maddi ve manevi bütün sorumluluğu birbirine dostlukla bağlı, birbirinden farklı ama birbirini dinlemeye her zaman hazır bulunan, edebiyatı anlamaya, öğrenmeye çalışan, çok okuyan, çok soran yayın kurulunun omzunda ve yaşatmaya
çalıştığımız en önemli ayırt edici özelliklerinden biri de bu yeniyazı’nın.

Ne denli başarılı olduğu farklı bir tartışma olsa da, yeniyazı’nın ilk iki sayısında yapmak istediklerimizin çoğunu kâğıt üstünde gördüğümüz için mutluyuz. Bir dergi çıkarmanın bütün zorlukları bir yana, nasıl da keyifli bir şey olduğunu bir kısmımız ilk kez tadıyor bir kısmımız da yeniden tadına varıyor. Şimdilik yeniyazı yayın kurulu olarak verebileceğimiz tek söz, her sayımızın bir öncekinden daha iyi olması için gayret göstereceğimiz ve bunu yaparken kapılarımızı her türden öneriye, fikre, yazıya ve eleştiriye açık tutmayı sürdüreceğimizdir.

Bu sayıdaki “çerçeve” yazarımız Ayfer Tunç’la kapsamlı bir söyleşi yapmaya çalıştık. Ayfer Tunç, bize ve okurlarına bir sürpriz yaparak yazmakta olduğu romandan bir parça verdi. Kendisine bir kez daha teşekkür ederiz. “Atölye” konumuz ise “hamur”. Umuyoruz okuyanlar için hem eğlenceli hem de akılda kalıcı şeyler yapabilmişizdir.

Dördüncü sayımızda “çerçeve”de Fatih Özgüven, “atölye”de ise “böcek” yer alacak. Beşinci sayımızı ise şimdiden duyuralım: “Çerçeve” bölümümüzde ilgili sayfalarımızı Ülkü Tamer’e ayırırken, “atölye” konumuz ise “kutu” olacak.

Her iki bölümümüz ve bu bölümlerin dışındaki sayfalarımız için yazılarınızı ya da eleştiri ve önerilerinizi paylaşmak için e-posta adresimiz, yeniyazi@gmail.com. yeniyazı ile ilgili gazete, dergi veya internet sitelerinde çıkan yazıları ve değinileri www.yeniyazi.blogspot.com adlı sitemize koyuyoruz. Ayrıca, önceki sayılarımızda
yer alan metinlerden bazı bölümler, yeni sayılarımızın içerikleri ve dergimizde yer verme fırsatı bulamadığımız kimi duyuru ya da haberleri de bu adreste paylaşıyoruz.

Son bir haber: yeniyazı 31 Ekim-8 Kasım tarihleri arasında 28. İstanbul Kitap Fuarı’nda 4. salon 217 no.lu standda.

İyi okumalar...

27 Ekim 2009 Salı

yeniyazı'nın 3. sayısı çıktı!


Bu sayıda neler var acaba?

yeniyazı'nın bu sayıda "Çerçeve" konusu Ayfer Tunç'tu. Yavuz Türk, Ayfer Tunç'la söyleşti; Cem Akaş, Jale Sancak ve Reyhan Yıldırım, Ayfer Tunç üzerine yazdı. Ayrıca Ayfer Tunç, üzerinde çalıştığı kitabından, daha önce hiç yayınlanmamış bir parçayı bizimle paylaştı.

yeniyazı bu sayıda "Atölye" konusunu "hamur" olarak belirlemişti. Mario Levi hamursuz bayramını anlattı, Nazan Maksudyan annesinin nefis paskalya çöreği tarifini de anlatan bir yazı yazdı, Yiğit Kocagöz hamur animasyonlardan bahsetti, Yaver Umman rüyada hamur görmek üzerine yazdı, Raif Kadıoğlu da şiir ile hamuru bir araya getiren bir deneme yazdı ve Sancar Dalman resimlere hamurdan şekiller verdi.

yeniyazı'nın 3. sayısı için Metin Fındıkçı Adonis'ten ve Zeynep Oktay da Andrée Chedid'den şiir çevirdi.

yeniyazı'nın bu sayısında yine bir sürü şiir var. küçük iskender, Veysi Erdoğan, Yavuz Türk, Gökhan Arslan, Celal Şakar, Halil Güler, Abdurrahman Şenel, Öktem Tepe ve Yunus Bülbül bizimle şiirlerini paylaştılar.

yeniyazı'nın bu sayısı için Ulus Fatih ve Ercan Y. Yılmaz birer öykü yazdılar.

yeniyazı'nın bu sayısında Ramazan Parladar'ın Kavafis'le ilgili denemesini, Bahadır Sürelli'nin Osmanlı şairleriyle ilgili yazısını, Zeynep Arıkan'ın Benim Adım Kırmızı üzerine yazdığı denemesini, Gökhan Arslan'ın Karakalem dergisi üzerine yazdığı eleştiriyi ve Mustafa Günay'ın Ahmet Ada ile ilgili yazısını bulabilirsiniz.

yeniyazı'nın bu sayısında her sayıda olduğu gibi Hüseyin Peker şiir gündemine dair tespitlerde bulundu ve Hüseyin Alemdar da genç şairler üzerine yazdı.



4 Eylül 2009 Cuma

“Roman Okumanın, Dünyayı Hikâyeler Aracılığıyla Düşünmenin İnsanda Bağımlılık Yaratan Bir Tarafı Var.”



(Nurdan Gürbilek röportajından bir bölüm)

nurdan gürbilek - erkan ırmak

- Size soru sormak üzere kitaplarınızı okurken fark ettiğim ilk ve en önemli şey, size soru sormanın zorluğuydu sanırım. Bu yüzden söyleşiye buradan başlamak istiyorum. Yazdıklarınızın okuyanın üzerinde bıraktığı yoğun bir ikna etkisi var, metni bitirdikten sonra anlattıklarınıza dair nadiren bir soru işareti kaldı aklımda. Öyle ki, aynı alıntılardan, tespitlerden yola çıkarak bir başka sonuca ulaşsanız onu da kolaylıkla bana kabul ettirebilecektiniz. Bununla yazdıklarınızın altının yeterince dolu olmadığını elbette kastetmiyorum. Ama öte yandan bir kitabınızı bitirdikten sonra onu özetlemeye ya da ana fikrini çıkarmaya çalıştığımda da uzun süre duraksadım. Düşününce, iki açıklama üretebildim bu durumla ilgili. İlki, üzerine yazdıklarınızın yanında, bizatihi yazılarınızın kendisi birer edebiyat ürünü olduğu için kolaylıkla argümanlarına ayrıştırılamıyordu; ikincisiyse, ele aldığınız noktaların çokluğu ve kurgunun yoğunluğuydu. Acaba siz yazdıklarınızı dil, üslup, kurgu, biçim açısından nasıl görüyorsunuz? Bir başka deyişle, bütün kitaplarınızın ortak özelliği olan edebiyat metinlerinin “ne”yi anlattığından çok “nasıl” anlattıklarına bakmanız gibi, “ne” anlattığınız kadar öne çıkan bu “nasıl” anlattığınız sorunu sizin için ne ifade ediyor yazarken?

Sanırım problem, benim kuramsal yazıyla denemeyi iç içe geçirmemden kaynaklanıyor. Bu ikisini genellikle ayrı düşünüyoruz; bir yanda nesnel, mesafeli fikir yazıları var, kavramlarla ilerleyen, duygu sızdırmayan kuramsal ya da analitik yazılar; diğer yanda yazanın kendi yaşantısını da işin içine katan, daha öznel, sizin de dediğiniz gibi “ne” yazdığı kadar “nasıl” yazdığını da önemseyen, yani belli bir üslup kaygısı olan yazılar. Aşağı yukarı böyle özetleyebileceğimiz bir ayrışma, hatta bir işbölümü var analitik yazıyla deneme arasında. Galiba sorun benim bu ayrımı bir türlü ciddiye alamamamdan, daha doğrusu analitik yazıyla denemeyi bir biçimde barıştırma, barıştırma değilse bile birbirine açma isteğimden kaynaklanıyor. Çok ölçülmüş biçilmiş, baştan hedeflenmiş bir tavır değil aslında; ama konu edebiyat olunca, ister istemez bu ayrımı biraz zorlamak gerekiyor, çünkü üzerinde düşündüğünüz malzemenin diliyle sizin dilinizin bir biçimde temas etmesi lazım. Evet, kuram önemli, tezler, analiz, kavramlar önemli; ama diğer yandan bütün bunların kolayca atıllaşabileceğini de biliyoruz, yani nesnenin kendisini konuşturmaktansa kendi kendilerini konuşur hale geleceğini. Cemil Meriç’in sevdiğim bir benzetmesi var, sözcüklerin gözümüzün önünden bir trenin vagonları gibi öylece geçip gitmesinden söz ediyor; yüklerini boşaltmış vagonlar gibi kimseye bir şey demeden geçip gitmeleri. Bu yüzden kavramın arada sırada oraya tam sığmayan içerikleri hatırlaması, tekil yaşantılara da yer açması gerekiyor. Denemenin önemi burada bence, çünkü kuramsal yazı otobandan bastırıp giderse, deneme patikalardan, bazen tam nereye varacağını kestiremediğimiz keçi yollarından ilerler. Birinci problem, bu. İkincisi, edebiyat üzerine yazıyorsunuz, edebiyat yapıtını belli ölçütlerle sınıyorsunuz; ama orada tek yönlü bir ilişki yok, yani edebiyat yapıtı da aslında sizin ölçütlerinizi sınıyor, o ölçütleri yeniden düşünmenize yol açıyor. Bence deneme bu karşılıklı konuşmayı duyulabilir hale getirebilir; edebiyat üzerine yazanın kendi öznelliğini, kendisinin de yazıyor olduğu gerçeğini, yapıtı değerlendirirken ortaya attığı ölçütlerin pekâlâ kendisi için de geçerli olabileceğini düşünmemize, bir bakıma yazanın kendi bakışını da sorunsallaştırmasına, kendi düşünsel-duygusal gelgitlerini ya da açmazlarını da düşünmemize imkân tanıyabilir. Yani kuramla edebiyat arasında tek taraflı bir ilişki yok; kuramın edebiyata diyeceği varsa, edebiyatın da kurama diyeceği var. Ben bu ilişkiyi böyle ikili düşünmeye yatkınım. Tabii bütün bu kaygılar bir üslup kaygısını da beraberinde getiriyor, ama üslup kaygısı deyince, aman yazdıklarım edebi olsun, anlattığımı güzel anlatayım gibi bir şeyi kastetmiyorum. Üslupta aslında bir biçimsel zorunluluk var; bazı şeyleri ancak öyle anlatabildiğiniz için öyle anlatırsınız; çünkü başka türlü anlatamıyorsunuzdur. Denemenin böyle zorunlu bir tarafı var benim için; kendi sesime başka türlü tahammül edemediğim için, başkalarından geçtim kendime inandırıcı gelmediğim için böyle yazıyorum. Aslında ilk kitapta, üstelik en az edebiyatla ilgili olan kitapta, Vitrinde Yaşamak’ta bile kısmen vardı bu. Bir yandan 12 Eylül’ü izleyen kültürel dönüşümü çözümlemeye çalışıyordum, ama bir yandan da açıklamaya çalıştığım gerçeklik beni de fazlasıyla etkilemiş, ancak dehşet duygusuyla, öfkeyle, yasla ele alabileceğim bir gerçekti. Yani kültürel iklimle kişisel tarih birbirinden ayrılmaz bir biçimde iç içe geçmişti. Bu yüzden de analitik dikkatle duygu çatışmasına aynı anda yer vermek zorunda hissetmiştim kendimi ve o sırada deneme buna imkân tanıyan bir biçim olarak görünmüştü bana. Özetleme zorluğu dediğiniz şeyin bir kısmı buradan kaynaklanıyor galiba; tabii bir kısmı da yazının yeterince olgunlaşmamış olmasından kaynaklanıyor, o da ayrı. Zaten bütün bu söylediklerim yazdıklarımı problemsiz gördüğüm anlamına gelmiyor. Tersine, söyledikleriniz çok iyi anlıyorum; bazen işler karışabiliyor, düşüncenin netliği bozulabiliyor, hatta bu yazış tarzı yalnızca özetleme zorluğuna değil, düpedüz yanlış anlaşılmaya da yol açabiliyor. Son zamanlarda beni de epey düşündürüyor bu, çünkü bu problemi bir biçimde aşmak lazım. (s.17-19)
(Çok ufak bir kısmını yukarıda yayınladığımız bu güzel röportajın tamamını, yeniyazı'nın 2. sayısında bulabilirsiniz.)

yeniyazı bu sayıda...

yeniyazı bu sayıda, "Çerçeve" bölümünde Nurdan Gürbilek'i ağırlıyor. Erkan Irmak'ın Nurdan Gürbilek röportajını Orhan Koçak, Nüket Esen, İshak Reyna ve Tuğba Doğan'ın Gürbilek'le ilgili yazıları takip ediyor.

yeniyazı bu sayıda, "Atölye" konusunu "kambur" olarak belirlemişti. "kambur"la ilgili Mehmet Siyah Kalem, Başak Deniz Özdoğan ve Erkan Irmak yazdı, Sancar Dalman, Özgür Öztürk ve Akın Çınar çizdi, Ayşegül Tözeren görsel şiir üretti, Tuncay Altınkaya senaryo yazdı ve Yaver Umman, Raif Kadıoğlu'yla söyleşi yaptı.

yeniyazı bu sayıda, her sayıda olduğu gibi şiirlere yer verdi. Danyal Nacarlı, Hilde Domin'den şiir çevirileri yaptı, Muammer Karadaş, Osman Serhat, Sevil Avşar, Öktem Tepe, Janset Karavin, Mustafa Ergin Kılıç, Caner Ocak ve Abdulbaki Akpınar şiir yazdı.

yeniyazı bu sayıda, Taylan Asır'dan bir öyküye, A. Handan Konar'dan bir anlatıya yer verdi.

yeniyazı'nın bu sayısında, Hüseyin Peker ve Hüseyin Alemdar'ın yazılarını ve kitap tanıtımlarını bulabilirsiniz.

İcabet

Arkadaşlarımızla bir dergi çıkarmak için yola çıkarken, doğaldır ki, kafamızdaki onca sorunun cevabını verip veremeyeceğimiz konusunda kuşkuluyduk. Çünkü, evet dergi çıkarmak kolay, ama bizim hedeflediğimiz, bu kolay’ın bütün sıradanlaştırıcılığının ötesine geçip yıllar sonra bile, bir kitap kurdunun sahafta gördüğü zaman gözlerinin parlayacağı bir dergi yaratmaktı. Cemal Süreya, yıllar önce o aranılası dergilerden biri olan Papirüs’te, Milli Eğitim Bakanlığı’nın abone olduğu dergilerin listesinin bir gazetede yayımlanması üzerine “Utanç Listesi” adıyla bir yazı yazar. Bu yazıda listedeki dergilerden kimilerinin adlarını da vererek şunları der: “[…] Bu dergilerin, bir ikisini ayrı tutarsak, hemen hiçbiri yayın piyasasında görünmez. Kitapçılarca kabul edilmez. Okurları yoktur çünkü. […] ‘Meçhul’ dergilerdir hemen hepsi de. […] Hatta, sanırız, çıkaranlar bile, kendi onurlarını korumak için bu dergileri yaymamak, dağıtmamak için büyük özen gösterirler.” Evet, dergi çıkarmak kolaydır, zor olanı insanın adıyla yan yana getirmekten gurur duyabileceği dergiler çıkarmaktır. Bizim kafamızda taşıdığımız en büyük dertlerden biri buydu.
Biz zor olanı seçtik; bir gün Defter’in, Beyaz’ın, Şiir Atı’nın, Argos’un, Sombahar’ın vs. yanına dizilmeyecekse yeniyazı’nın ciltleri, bunu anladığı anda kendini feshedecektir bu dergi.
Çıkış sürecindeki binbir zorluktan bahsetmenin gereği yok. İlk sayımız bizim olduğu gibi, sanırız edebiyat izlerçevresinin de içine sindi. İlk sayı olmanın küçük (evet, küçük güzeldir) aksaklıkları dışında olumlu bir etki bıraktık.
yeniyazı’nın yükünü çeken iki önemli bölümü var: ‘Çerçeve’ adını verdiğimiz ilk bölümde amaç, edebiyatın (veya sanatın) herhangi bir türünde ürün veren önemli isimleri değerlendirmek. Bu kapsamda, ilk sayımızda ’80 sonrası şiirin en çarpıcı isimlerinden olan Seyhan Erözçelik’i çerçeveye almıştık. Bu sayımızda, denemeleriyle edebiyatımızda önemli bir yere sahip olan Nurdan Gürbilek var. Gürbilek’le yaptığımız uzun söyleşimizi okurlarımızın ilgiyle okuyacağını düşünüyoruz. Gürbilek hakkında Orhan Koçak, Nüket Esen, İshak Reyna ve Tuğba Doğan’ın yazıları da okurlarını bekliyor. Üçüncü sayımızda Ayfer Tunç’u, dördüncü sayımızda ise Fatih Özgüven’i çerçeveliyoruz. Bu isimler hakkında yazmak isteyen arkadaşlara şimdiden duyurmuş olalım.
Yukarıda bahsettiğimiz ikinci bölüm ise Atölye: Bu bölümle ilgili detaylı açıklamayı hem dergi çıkmadan önce birçok platformda yaptık, hem de dergideki ürünler vasıtasıyla ne yapmak istediğimizi az çok anlatabildik sanırız. İlk sayımızda ‘Akvaryum’ temasını derinleştirmeye çalıştık. Bu sayıdaki atölye temamız ise ‘Kambur’. Yine, kalem erbabına duyurmak babından ekleyelim: Üçüncü sayımızda ‘Hamur’, dördüncü sayımızda ise ‘Böcek’ atölye temalarımızdır. Bu konuyla ilgili son bir söz: Atölyemizi interaktif ortama da taşıdık. Bu sürece uzaktan da katılmak isteyen bütün dostlar yeniyazi@gmail.com adresine gruba katılma isteklerini bildirebilirler.
En son ve en kekre sözlerimizi “yitik”lerimize ayıralım. Son iki ay ölüm, o en eski kabadayı çok caka sattı aramızda: Süha Tuğtepe, Kemal Özer, Demirtaş Ceyhun ve Nezihe Meriç “çekip gitti”... Fazla söze hacet yok.
Yeni sayılarda görüşmek üzre…

30 Ağustos 2009 Pazar

yeniyazı'nın yeni sayısı çok yakında kitapçılarda!







Akatalpa'daki yeniyazı haberi



SINGIR BAŞKENTTEN BİLDİRİYOR

Ali SINGIR
Meğer insanın yazısının yayımlanması ne tuhaf şeymiş. Herkesin yazımı okuduğunu ve yüzüme anlamlı anlamlı baktığını düşünür gibi olmaktan kendimi alamadım uzun süre. Bu saçma ve sapık bir duygu olsa gerekti ki, doğrusu yazımı kimsenin okumamış olduğuydu. Hatta dergiyi çıkaran muhterem zevatın bile. Nereden çıktı bu derseniz, şundan derim ki, kendilerini e-mail bombardımanına tuttum; yazımı yayımladığınıza göre beğendiniz mi, başka yazmamı ister misiniz, yazdığıma tepki veren oldu mu hiç, ilh, ilh… Çölde fırtınalar esti, dünyanın bir ucunu çekirgeler istila etti, bilmem şu kadar insan doğdu ve şu kadar insan öldü, dergiler, kitaplar, şiirler, hikâyeler, romanlar yayımlandı, seslerin, gürültünün, müzik dedikleri sistemli türlü gürültünün haddi hesabı yok, bana cevap veren yok, ‘kırıldım, küstüm, gücendim’, iyice içime çekildim, üç gün çay ve su içtim, lokma boğazımdan geçmedi, iyi de oldu bir iki kilo verdim, sonraki birkaç gün bildiğimi bulduğumu kör boğazıma tıktım, evde değil ferah ferah yaşamamı, nefes alıp vermemi zorlaştıran gazete, dergi ve kitapları kucak kucak çöplüğe taşıdım.
Ne oldu, bütün çeri çöpü hortumlayıp götüren belediye temizlik görevlileri, benim değerli varağımı taşımaya tenezzül etmediler, eyvah ki eyvah, mahalle sakinleri çöp adam, evinin çer çöpünü sokağa mı taşıdın diye başıma çökecekler diye ödüm koptu, bir şafak vakti, müminler sabah namazı için uyanmadan, benzin döküp hepsini yaksam diye geçirdim içimden, sonra ak pak niyetimi polise anlatamam, mahalleyi kundaklama girişiminden hapsi boylarım diye korktum ve bilin bakalım ne yaptım, nereden bileceksiniz tabii, evden kaçtım.
Çocukluğumun geçtiği başkente geldim, yaz tatili diye kendini Ege-Akdeniz kıyılarına vuran kuzenimin boş evine kapağı attım. Ooh kuzenimin bilgisayarı da elimin altında, birkaç tanıdığa hemen internet üzerinden birkaç mektup döşendim, dergiye de üç beş adet; ıııh, öldür Allah, yanıt yok. Ha, sokağa bıraktığım evrak harmanından türeyen bir gelişme var mıdır diye gazeteleri, haber sitelerini de inceledim birkaç gün boyunca.Sonra dedim ki kendi kendime, işte gözetlenmiyormuşsun, işte dinlenmiyormuşsun, oğlum işte kazınmıyormuşsun, var mısın yok musun kimsenin umurunda değilsin. İçimi kesif bir yokluk duygusu kesti ki kendimi Ankara caddelerine dar attım.
Bir süre sonra bitap bedenimi yeniden kitaplar, dergilerle lebalep dolu, yıllar boyunca başkente her geldiğimde uğramadan duramadığım kitapçıda bulmaz mıyım! Hay Allah, yine ne yapmıştım? Varlığımı yeniden bir nâra mı atmıştım?
Derken kendimi birdenbire yeniden iyi hissetmeye başladığımı, damarlarımın genişlediğini, kanımın rahatlıkla akmaya başladığını, göz karartımın geçtiğini, baş ağrımın dindiğini fark ettim. Bütün şiir, edebiyat, sanat dergilerinin son sayılarını kaldırdım tezgâhtan birer birer; birkaç gün simit ekmekle, çay ve çorbayla idare etme pahasına, birkaç günlük harçlığımı orada bırakıp yeniden yeğenimin evinin yolunu tuttum.
Hızla kaldırdığım dergilerden biri yeniydi, hatta adı da Yeniyazı’ydı. Bütün hepsini bıraktım, baştan sona bunu okudum. Eskiden her dergiden en çok birkaç yazı, birkaç şiir, varsa bir iki hikâye okumakla yetinirken, nasıl olduysa bu Yeniyazı’yı tepeden tırnağa okuyuvermiş ve içinde bulunduğum atmosferi iki günlüğüne unutuvermiştim.
Parmaklarım bilgisayar tuşlarına koşunca anladım ki meğerse ben bu dergiyi, gizli bir emelle, onu tanıtan bir yazı yazar mıyım gibi zavallı bir umutla okumuşum.
Lakin bu defa içimin kararmasına izin vermedim, perdeleri aralayıp içeriye aydınlığı buyur ettim, yaldırı yaldırı yazmaya başladım… Akatalpacılar yayımlamazsa, birkaç dergiye abone olur, onlardan birine yollarım, dedim kendi kendime. Sevgili Büyük Usta Sait Faik, beni affet, senin şu meşhur cümleni sana bırakarak, yazmasam olmayacaktı, dedim…
*
Yeniyazı iki aylık bir “kültür ve edebiyat dergisi”. İlk altı sayısı fanzin olarak çıkmış. Dergiye dönüşen temmuz-ağustos aylarını kapsayan I. sayısı tam 96 sayfa. Bir “Çerçeve” konusu var: Seyhan Erözçelik; bir de “Atölye” konusu: Akvaryum.
Allah Allah, Seyhan Erözçelik’i anladık, iyi de olmuş, ama bu akvaryumun işi ne edebiyat dergisinde demeyin hemen siz de benim gibi; gelecek sayılarda da önce “kambur”, sonra “hamur” konusu işlenecekmiş. Hamur’u ironi anlamındaki humor diye okumayın sakın. Hamur, basbayağı hamur. Una su katılarak ekmek yapılır ya hani.
Hepimiz destek oluruz da inşallah Yeniyazı’nın ömrü vefa eder ve o da bizlere başka “-ur”lu atölyeler hediye eder. Onur-nur, okur-kur… aman Allahım, Türkçemizde “ur”la biten ne çok terim varmış!
Şu geçici gurbetliğim biter de sağ salim şehrimle evime avdet edersem Hececiler kralı eski şair arkadaşıma, ur’lu kafiyelerle uğuldayan, şöyle dört başı mamur, 32 kısım tekmili birden bir destan çattırıp bunu bu genç arkadaşlarımızın dergisine yollayarak esaslı bir katkıda bulunuruz diye geçirdim içimden.
Şaka maka ya yâran, bu dergi vallahi epey kafamı karıştırdı, ama bir taraftan da hoşuma gitti. Demek ki kafaların karışması da iyi şu sıcaklarda, sıcaklığı biraz daha artırıyor, kıvamımıza yaklaşıyoruz. Kıvam gibisi var mıdır?
Hüseyin Meme, Ramazan Parladar, Yavuz Türk, Volkan Hacıoğlu, Cihat Duman, Erkan Irmak, Hüseyin Kaptanoğlu, Bahadır Sürelli, Can H. Türker ve Musa Uysal komutasında, imeceyle yola çıktığı anlaşılan bu seyahatin uzun sürmesini isterim. Ancak bizde âdet şöyledir: Bir süre sonra sapır sapır dökülmeler başlar, biri ikisi zaten işin eksenidir; iş büsbütün onların ya da sonradan peydahlanacak bir iki kişinin omzuna çöker. Böyle birileri çıkmazsa öldür Allah yürümez. Çünkü burası burasıdır. Buraya da haksızlık etmeyelim ama. Muhtemelen dünyada da böyledir bu durumcuk. Ülke ülke gezip istatistik mi tuttuk?
Bunca mugalatadan sonra Yeniyazı’da şiir ve yazıları bulunanların adlarını derç edelim önce şu aziz bilgisayar ekranına, oradan da kâğıda. Şairler: Tozan Alkan, Ahmet Ada, İhsan Topçu, İsmail Cem Doğru. Jean Daive (Çev. Zeynep Oktay), Lâle Müldür (S. Erözçelik dosyası içinde), Seyhan Erözçelik (iktibas), Kaan Koç, Can. H. Türker, Mustafa Berkay Işık, Mehmet Fatih, Ralp Waldo Emerson (Çev. Volkan Hacıoğlu), Gayr-i Mümeyyiz (Akvaryum dosyası içinde), Nurullah Kuzu, Nur İpek Önder, Gökhan Arslan. Yazarlar: Serdar Soydan, Gökhan Arslan, Ramazan Parladar, Şeref Bilsel, Bâki Ayhan T. (son üçü S. Erözçelik dosyasında), Erkan Irmak, Bahadır Sürelli, Ahmet Mithat (iktibas), Musa Uysal, Yavuz Türk, Akın Çınar, Raif Kadıoğlu (son beşi Akvaryum dosyasında), Hüseyin Peker, Hüseyin Alemdar, Cihan Duman.
Hepsi iyi hoş da, şu İki Hüseyin’in ne işi var burada demeyin. Peker ve Alemdar Hüseyinler edebiyat camiasının jokeridir. Nerede bir ihtiyaç hasıl oldu, Hüseyinler hemen oraya damlar, Hızır aleyhisselatü vesselam gibi imdada yetişirler. Büyük Hüseyin yani Peker, dergileri yazacakmış her ay, Küçük Hüseyin yani Alemdar da, dergiye yeni şairler sunacakmış.
Alemdar Hüseyin aynı zamanda sinemacıdır babadan, öyle çıkarırım yazdıklarından, kendisini tanımam etmem, yeni yetenek sunma yeteneğini köreltmemek için yeteneğini biraz böyle değerlendiriyor olmalı.El-hak ki Alemdar’ın dergide sunduğu genç yetenekler de yetenekliler maşallah, iyi şiirler yazmış görünüyorlar. Ben bu şiirden pek anlamasam, yüzyıllar içinden ağlayıp, çağlayıp, dağlayıp, bizi derin daüssılaya bağlayıp gelen Divan Edebiyatından on yıllardır virgül sektirmeden, her zaman aynı nefesleri rikkatle aynı harfler arasında alıp vermeye bilhassa dikkat göstererek ezbere okuduğum şiirlerin üzerine gül koklamamak için şu modern ve postmodern çağ şiirine mesafeli dursam da.
Şimdi ister misiniz ki Akatalpa yöneticileri, aralarında da bolca şair var zaten, şiirden anlamadığımı açıkladığımdan dolayı yazımı çöpe atsınlar. Olmaz demeyin, internette de çöp kutusu var biliyorsunuz. Ama ben de madem şunca yıl sonra böyle haldırı haldırı yazmaya giriştim, artık günümüz şiiri denen laf harmanıyla aramdaki mesafeyi rüzgârda savurmalı, hatta uygun kıvama eriştirip bunu buhar etmeliyim. Bu şiirler bana yürüyüp gelemeyeceğine göre de ben bunların hanelerine ziyarete gitmeliyim.
Aha da bir ilk adım, birden şu dikkatimi çekti ki, affedersiniz, Yeniyazı şairlerinin babalarıyla sorunları var sanki. İlk şair Tozan Alkan da son şair Gökhan Arslan da babalarıyla didişiyorlar ki ne didişme, okumak gerek!
Ayağım yerden kesilmeye başladı, ben bu sularda yüzemem, yâr yâr aman!
Gelecek ay anneleriyle didişen hanım şairlerin bulunduğu bir dergi bulmayı ümit ederek, burada ya da Yeniyazı’da görüşmek üzere, şimdilik bana eyvallah...
Diyecektim ki, eklemeliyim; niye dergileri hep överek tanıttığımı sanıyorsunuz, sempati ağımı genişletmek ve sıkışırsam oralarda da yazmak için elbette…
Yalnız bir övdünüz mü, bir de, hayır sövme dövme değil, nasıl desem, biraz ısıracaksınız. Diyeceksiniz ki dergilerde iktibas, şimdi alıntı diyorlar ya, makbul değildir, sakın ha bunu çoğaltmayasız. Bir başkası da, bir imza bir sayıda ancak bir defa buluna.
Sırası gelmişken, lafı da gediğine koyalım: Bu durum, Akatalpa’nın da baş sorunu, nasıl görmezler! Eyvah ki eyvah, sular iyice kaynayacak, kıvam diye tutturmuşken, ortalık buhara kesecek…
Nasıl desem, hem ön sayfada adınızın baş harfleriyle, yazılar yazacak, hem de içerde açık adınızla şiir kitaplarını sıraya dizeceksiniz: Aktır karadır, aktır karadır…
Derhal ve sırayla, kitapların içine bakmadan, hak geçirmemek için içerdeki şiirleri bile okumadan, birine ak diğerine kara, birine ak diğerine kara, bir ters bir yüz, bir ters bir yüz… deme hakkaniyetini gösterecek bir şiir teştimanı bulunmalıdır bu dergide, Sıngır kulunuzun görüşüne göre.
*
Hamiş: Müjde sevgili okurlarım, yazımı internetten derginin adresine yollamıştım ki hemen aynı gün beni sevindiren, biraz da şaşırtan, bir cevap aldım. Kehkehkeh: Sonunda başardım mı ne?
Üç kişiden dördünün şair sayıldığı güzel ülkemizde, avam yerine konmamak için kimsenin yazı yazmak istemediğini, esasen ikili imzaya da bunun yol açtığını, bu yoklukta benim yazımın da abdurrahman çelebi yerine geçebileceğini, ama tek koşullarının bu ayki yazımın başlığının yukarıdaki başlık olmasını rica ettiklerini yazmışlar.
Doğrusu neden böyle bir istekte, istek de değil dayatmada bulunduklarını anlayamadım ve perişan oldum önce. İçimden geçen ilk duygu, bırak şu yazarlık hayalini, çek kuyruğunu gitsin, şunca yıl yazıp yayımlamadın, neyin eksikti, 30 mektubuna cevap vermiyorlar, 31.’ye de şart koşuyorlar şeklindeydi.Aradan bir iki gün geçince yumuşadım, ben de az kelam etmemiştim arkadaşlara, ayrıca elbet onların da bir bildikleri, belki de uğurları, totem saydıkları davranış biçimleri vardır dedim kendi kendime.
Yahu, ben başkentte misafirim; bildiğiniz gibi aslen İzmirliyim, diyemedim bu yüzden. Sonra, bir meşhur olayım, bu hesaplaşmaları o zaman yaparım, diye geçirdim içimden ve cevap yazdım kendilerine, yayımlayabileceklerini söyledikleri yazımın sonuna da bu uzun hamişi ve kendi şartımı ekledim. (Şu yazıyı yazabilmek için tırmanmadığım duvar kalmamıştı, benim de kendimi biraz ağıra satma hakkım vardı, ayrıca yazımı gerçekte ya çok beğenmişlerdi, çelebi demelerine rağmen; ya da bana ihtiyaçları had safhadaydı.) Nokta virgül ve anlatım bozukluğu yapmışsam bunları düzeltebileceklerini, lakin bunların dışında yazıma dokunmamalarını, hiçbir satırımı kesmemelerini, bilhassa da bu notu olduğu gibi korumalarını rica ettim. Hayd’allah rast getire…
(Akatalpa, Ağustos 2009, Sayı 116, s. 13-14)

9 Temmuz 2009 Perşembe

Yeni yeniyazı!



Yeni yeniyazı ilk sayısıyla



kitapçılarda!




yeniyazi@gmail.com










Basın Bülteni

(24 Haziran 2009)



İlgili okuyucuların “fanzin” olarak hatırlayacakları yeniyazı, yayımladığı 6 sayının ardından dergi olarak yoluna devam etme kararı aldı. Dokuz arkadaşın bir araya gelerek hazırladıkları yeniyazı’nın ilk sayısı Temmuz ayında çıktı. Bu yeni döneminde yeniyazı’da bazı değişiklikler de gerçekleşti. Öncelikle, yeniyazı’nın her sayısında daha önceden duyurusu yapılacak bir “atölye” konusu ele alınacak. Çeşitli alanlardan bir araya gelen katılımcıların tartışarak oluşturacakları metinler, derginin “atölye” sayfalarını oluşturacak. Bu anlamda, ilk sayımızın “atölye” konusu olan “akvaryum”dan yola çıkan ürünleri dergimizde bulabilirsiniz. İkinci sayımızın “atölye” konusu “kambur”, üçüncüsünün ise “hamur”. “Atölye” çalışmalarına katılamayan yazarlarımız metinlerini yeniyazi@gmail.com adresine de gönderebilirler.



“Atölye”nin dışında yeniyazı’da gerçekleşen bir başka yenilik: “çerçeve”. Her sayı, edebiyatın farklı alanlarında öne çıkmış bir yazarla bir söyleşi ve yazar hakkında daha önce yayımlanmamış incelemelerin yer alacağı “çerçeve”, umuyoruz kısa sürede yeni yeniyazı’nın en ilgi çekecek kısımlarından biri haline gelecek. İlk sayıda “çerçeve” içine aldığımız kişi, 1980 sonrası şiirimizin en önemli isimlerinden Seyhan Erözçelik. Kendi şiiri, Türkçeyi algılayışı, bugünün edebiyat ortamı ile ilgili düşüncelerinin konuşulduğu bu söyleşinin yanı sıra, Şeref Bilsel, Bâki Ayhan T. ve Ramazan Parladar’ın Erözçelik hakkında kaleme aldıkları incelemeler ve Lâle Müldür’ün Erözçelik’e ithaf ettiği bir şiiri de yeniyazı’nın ilk sayısında okunmayı bekliyor. Eylül ayında çıkacak ikinci sayımızda “çerçeve”lenecek yazarımız ise, çıkardığı eleştiri kitaplarıyla son 20 yılda denemeciliği bir adım öne taşıyan Nurdan Gürbilek.



Bunun dışında, Hüseyin Peker ve Hüseyin Alemdar dergimizde düzenli olarak yazacaklar. Hüseyin Peker, edebiyat dergilerinden derlediği izlenimlerini aktarırken; Hüseyin Alemdar genç şairlerin şiirlerini ele alacak ve aralarından seçtiği şiirlere dergimizde yer verecek. Hüseyin Alemdar’a şiirlerini göndermek isteyenler için mail adresi alemdar6105@gmail.com.



yeniyazı’nın diğer sayfaları için öykü, şiir, deneme ya da incelemelerini göndermek isteyen yeni yazarlarımız ise bize yine yeniyazi@gmail.com adresinden ulaşabilirler. İlk sayımızın içeriği ise şöyle:



Şiir…

Tozan Alkan, İhsan Topçu, İsmail Cem Doğru, Ahmet Ada, Jean Daive [çev. Zeynep Oktay], Kaan Koç, Can H. Türker, Mustafa Berkay Işık, Mehmet Fatih, Ralph Waldo Emerson [çev. Volkan Hacıoğlu]



Deneme-Eleştiri…

Serdar Soydan, Gökhan Arslan, Erkan Irmak, Bahadır Sürelli, Cihat Duman



Çerçeve…

Söyleşi: Seyhan Erözçelik, Lâle Müldür, Şeref Bilsel, Bâki Ayhan T., Ramazan Parladar



Atölye…

Ahmet Mithat, Musa Uysal, Yavuz Türk, Akın Çınar, Raif Kadıoğlu, Gayr-i Mümeyyiz



Ve elbette…

Hüseyin Peker, Hüseyin Alemdar ve kitap tanıtımları

yeniyazı