18 Mayıs 2011 Çarşamba

Yeniyazı 10

9. sayımızda, yeniyazı’nın artık üç aylık periyotlarla yayımlanaca­ğını ve eleştirel metinlere daha çok yer vereceğini duyurmuştuk. Bu “tebdil-i kiyafet”in yeni sayımızda kendini hemen belli edeceğini sanıyo­ruz. Önceki sayımızda verdiğimiz “sözümüz”e sadık kalarak, bu sayının “10 numara” bir dergi olması için çalıştık. Epey de hacimli bir dergi çık­tı ortaya böylece...
10. sayımızın “Çerçeve”sinde Türkiye’nin entelektüel tarihinde önemli bir yeri olan Murat Belge’yi ağırladık. Çok yönlü kimliğiyle tanı­nan Murat Belge’yle yaptığımız söyleşide daha çok edebiyat kariyerinin üzerinde dursak da, Kerem Ünüvar Belge’nin siyasi kültürümüzdeki ye­rini ele aldı; Engin Kılıç bir hoca olarak Murat Belge’yi anlatarak, onun başka bir yönüne dikkat çekti. Yalçın Armağan ise karşılaştırmalı bir yo­rumlama denemesiyle Belge’nin entelektüel tavrındaki farklılığı belirle­meye çalıştı.
“Atölye” kısmında ise dergimizin 10. sayısından ilham alarak 10 nu­marayı “efsane”ye dönüştüren Maradona’yı paranteze almaya çalıştık. Yalnızca Maradona değil, hem Maradona imgesinin üzerinde duran ya­zılar hem futbol-oyun ilişkisine odaklanan yorumlar hem de 10 numa­raya giden futbolculara değinen yazılar yoluyla Maradona’yı geniş bir perspektifle ele almaya çalıştık.

Dosya dışı yazılarımızda, bu sayıda şiirle ilgili eleştirel yazılara daha geniş yer verdik. Orhan Koçak, Mahmut Temizyürek üzerine; Gök­han Arslan, 80 Kuşağı şairleri üzerine ve İrfan Karakoç da Suriyeli şair Adonis üzerine yazdı. Ayrıca, Erkan Irmak’ın Muallim Naci’nin edebiyat tarihimizdeki yerini ve o yere getirilişinin nedenlerini sorunsallaştır­dığı yazısı yer alıyor. Yine aynı şekilde Gökhan Yılmaz’ın ilgiyle okuyacağınızı düşün­düğümüz bir öyküsüyle; Ercan Y. Yılmaz’ın, Fransa’da birçok önemli edebi­yat ödülüne layık görülen şair/romancı Şeyhmus Dağtekin’le dergimiz için yaptığı söyleşiyi de bu sayımızda bulabilirsiniz.
Bu sayımız, en çok şiirin yayımlandığı sayı oldu. Seçmekte hayli zorlansak da, iyi bir seçki ile karşınızda olduğumuza inanıyoruz. Çeviri şiir yayımlamak konusunda başından beri çok istekliyiz ve bu sayıda ne mutlu ki üç çeviri şiir yayımladık. Sonraki sayılarımızda da çeviri şiirlere özellikle yer vereceğimizi belirtmek isteriz. Bu konuda des­teklerinizi bekliyoruz.
Geçen sayımızda, Sevgi Soysal’ın daha önce yayımlanmamış bir met­nine yer vermiştik. Bu sayımızda da, Hüseyin Cöntürk ve Haluk Aker mek­tuplaşmalarını yayımlayarak, metinleri gün ışığına çıkarmaya devam ediyo­ruz. Bu mektupları bize ulaştıran Haluk Aker’e teşekkür ederiz. Yazarlardan geriye kalanları yayımlayacağımız ve “Daktilo” adını vereceğimiz bu bölü­mü sonraki sayılarımızda da sürdürme kararındayız.
yeniyazı’nın üç ay sonra çıkacak 11. sayısının “Çerçeve” bölümüne Leyla Erbil’i davet edeceğiz. Atölyede ise mitolojinin “yılan saçlı” kadın kahrama­nı olan Medusa’ya yer vereceğiz.


ŞİİRLER: Ömer Erdem, Ceyhun Tuna, Cihat Duman, Yavuz Türk, Bülent Parlak, Cihan Oğuz, Zeynep Köylü, Bilal Çiftçi, Hüseyin Köse, İlhan Kemal, Kadir Yanaç, Murat Ekinci, Uğur Aktaş, Devrim Dirlikyapan, Hilmi Haşal, Murat Çakır, Osman Araf Tekin, Duygu Öktem, Doğukan İşler, Erich Fried ve Langston Hughes

DAKTİLO: Hüseyin Cöntürk

ATÖLYE: Tanıl Bora, Ali Ece, Ruud Gullit, Bektaş Avcılı, Allan C. Hutchinson, Nicolas Salazar-Sutil

YAZILAR: Orhan Koçak, Gökhan Arslan, Erkan Irmak, İrfan Karakoç

KİTAP TANITIMLARI: Hârname, Dağdaki Emirler, Parçalı Ham, Varlığın Öteki Yüzü, Ebedi Kutsal Ezeli Kurban, Blogdan Al Haberi, Kurmaca Nasıl İşler, Film Çalışmaları, 16. Yüzyılda İstanbul

17 Mayıs 2011 Salı

Entelektüelin “Ahmetmithat” Hali - Yalçın Armağan

[Yalçın Armağan'ın yazısından bir parça]

[...]

Murat Belge’nin çokyönlü bir entelektüel olduğu bir malum-u ilam. Uzmanlaşmanın modern zamanların “yabancılaşma” biçimi olduğu kabul edilirse,tek bir alanla ilgilenmenin yaratacağı pek çok soruna dikkat çekilebilir. Her şeyden önce, uzmanlaşma nedeniyle kendini tek bir alanla sınırlayan “entelektüel”in, temel vasfını sorgulamak, yani entelektüel olup olmadığını tartışmaya açmak gerekir. Elbette bu konu yazının kapsamını aşıyor, ama kısaca çokyönlülüğün “entelektüel”i tırnak işaretinden kurtarmak için gerekli bir nitelik olduğunu söyleyip geçebilirim. Ancak kırk ambar yazarlığı ile çokyönlülüğü de birbirinden ayırmak gerekir. Kırk ambar yazarı, ilgisini çeken her konuda herhangi bir “yöntem”e bağlı kalmadan derleme yapmakla yetinebilir – ki Türkiye’de uzun yıllar gazete yazarından beklenen budur. Oysa çokyönlü entelektüel, birden çok alanla ilgilenmeye “yöntem”i ya da “kuram”ı nedeniyle ihtiyaç duymaktadır. Nihai noktada göstermek istediği büyük bir fotoğraf vardır.

Murat Belge özelinde, onun çokyönlülüğü kırk ambar yazarlığını aşar. Edebiyatla, siyasetle, magazinle, müzik tarihiyle ya da İstanbul’la ilgilenerek kendi bakışını dağıtırken, son noktada çıkış yaptığı yere döner. Bir dağılma söz konusudur, ama bu dağılma çıkış noktasını göstermeye devam eder. Murat Belge’nin yazılarına topluca bakıldığında, (özellikle Althusser’in ideoloji kavramından yola çıkarak) meseleri nihai noktada aynı yere bağladığı görülebilir.

Türkiye’deki “genel” ideolojinin farklı alanlardaki yansımalarını analiz eder ve bu sayede ideolojiyi görünür kılar. Türkiye modernleşmesinin en başından beri hep tepeden inmeci, özgürleştirici değil, tersine baskılayıcı niteliklerinin farklı alanlarda nasıl tezahür ettiğini gösterir. Bu nedenle de onun çokyönlülüğü bir kırk ambar yazarlığı değildir. Dahası, kırk ambar yazarlığının gerekçesi olarak sunulan hace-i evvellikten de uzak durur. Halkı aydınlatmak için her bahçeden meyve devşiren bir entelekteül olmayı değil, halkın ihtiyaç duymayacağı düşünülen konuları gündeme getirir. Zaten Murat Belge’yi de Türkiye’nin entelektüel tarihi açısından önemli kılan hace-i evvelliği seçmeyip, aksine halkın aydınlatılmasında seferber edilmeyen ve bu yüzden inceleme nesnesi olarak kabul edilmeyen konuları entelektüel bir mesele haline getirebilmesidir.

Murat Belge’nin yayımlanan ilk kitabı Tarihten Güncelliğe’de burada dile getirdiğim iddiaların hepsini, yani Murat Belge’nin çokyönlülüğünün kırk ambar yazarlığı olmadığını ve hace-i evvel konumuna yerleşmediğini açık biçimde görmek mümkündür. 1975 ile 1983 arasında yayımlanan yazıların derlenmesiyle oluşturan bu kitapta, “Çağdaş Mitler”, “Müzik-Arabesk-Fotoroman” ve “Gündelik Hayat, Magazin ve Söylemler” başlıklı bölümler Türkiye’nin entelektüel tarihi açısından hayli aykırı niteliktedir. Burada ele alınan konular, o güne kadar Türkiyeli “aydın”ın gündemi dışında kalmış, bir inceleme nesnesi olarak görülmemiştir. Entelektüelin tepeden belirlenmiş bir öznenin inşasını gerekli gördüğü ortamda, eğitimden geçirilmemiş kitlelerin yaşantıları “yoz ürünler” olarak inceleme dışı kalmıştır; çaba, incelenmeye değil, “dönüştürülme”ye adanmıştır. Örneğin arabesk, 1960’ların ikinci yarısından itibaren yaygınlaşırken cahil kitlenin “yoz zevki”nin ürünü olarak görülmüştür. Oysa bu kitabında Murat Belge, “Arabeski anladığımızda, kendimizi de daha iyi anlarız,” (409) der. Pek hoşlanmadığı belli olan bu müzik tarzının kültürel olarak neye işaret ettiğini anlamaya çalışmaktan geri durmaz. Bu yaklaşımıyla Belge, belirlenmiş bir kültürü halka öğretmekle görevli aydın modelinin yerine, halkın kültürünü anlamaya yönelen entelektüel modeline sahip çıkar. Tepeden belirlenmişliğin aşındırılmasına dönük bu bakış, Murat Belge’nin entelektüel çıkış noktasını oluşturur. Magazine bakarken de, gündelik hayata ait sayılanı incelerken de aynı bakışın farklı alanlara dağıldığı görülüyor. Bu bakış, Murat Belge’nin kırk ambar yazarı olmadan çokyönlü olmasını, hace-i evvellik yapmadan entelektüel kalmasını sağlıyor. Ahmetmithat imajının zorunlu olarak sahiplenildiği düşünülse de, aslında Murat Belge bu imajla çatışma içine girecek bir konumda duruyor. Dolayısıyla, kendini ahmetmithat imajı üzerinden kurgulamakta sakınca görmeyen Kemal Tahir’le ya da bu “çöl ortamı”nda ahmetmithatlıktan başka çare bulamayan Özdemir İnce ile Murat Belge’nin entelektüel tutumunun çatışma içinde olması kaçınılmaz. Murat Belge’yi Türkiye entelektüel tarihi açısından önemli kılan da onun ahmetmithat imajına sahip çıkmasından öte bu imaja barışık olanlarla karşıtlık içinde olmasıdır.

Yazıyı bitirirken başa, ahmetmithat imajını üç belirgin özellik üzerinden tanımlamaya çalışmama dönmek istiyorum: çalışkanlık, kırk ambar yazarlığı ile cisimleşen çokyönlülük ve halkı aydınlatma görevinin yansıması olarak hace-i evvellik. Yazıda bu imajın çalışkanlık özelliğinin üzerinde durmadım. Tek başına ele alındığında çalışkanlığın eleştirilebilecek bir nitelik olmadığını düşünüyorum, ama çalışkanlık ile kırk ambar yazarlığının keşişme noktasında “düşüncenin derinlik kazanması”na değinmek gerekiyor. Bu değinmeyi yine Murat Belge özelinde örneklendirip yazıyı sonlandırabilirim.

Kırk ambar yazarlığının sığlaşmayı beraberinde getirebileceğini ve çokyönlülük ile bu tür yazarlığı ayırmak gerektiğini söylemiştim. Gerçekten de bir “yöntem” ya da “kuram”dan hareket etmeden kırk ambar yazarlığına soyunmanın sığlaşmayı getirmesi kaçınılmazdır. Bu sığlaşmaya bir de çalışkanlık eklenirse, ortaya çıkacak toplamın entelektüel ayarının hayli düşük olacağını tahmin etmek zor değil. Türkiye’de özellikle gazete yazarlığına soyunmuş edebiyatçılarda, örneğin Peyami Safa’da, bu durumu görmek olanaklıdır.

Murat Belge özelinde bir entelektüel sığlaşmadan söz etmek mümkün olmasa da, tek bir konu hakkında bütünlüklü yazmamasının yarattığı “kayıp”tan söz etmek mümkündür. Murat Belge’nin bütünlüklü ilk kitabı Marksist Estetik’e bakıldığında bu kaybın yalnızca Belge açısından değil, Türkiye’nin entelektüel yaşamı açısından da yaşandığı söylenebilir. Doçentlik tezine dayanan ve yayımlanan ikinci kitabı Markist Estetik kitabında Belge’nin bütünlüklü bir kitap yazdığında meseleyi ortaya koymakta gösterdiği maharete bakınca, derleme kitaplarıyla neyin kaybedildiği çok açık biçimde görülür. Oysa “hayata bir edebiyatçı olarak başladığını” (Bir Hayat…, 74) söyleyen Belge’nin, özellikle, edebiyatla ilgili yapıtları, bütünlük içinde krugulanmış kitaplardan daha çok derlemeler niteliğinde. Belge, edebiyat bağlamında ikinci kitabının, yani Marksist Estetik’in yolundan değil de, ilk kitabı Tarihten Güncelliğe’nin yolundan yürümeyi tercih ediyor ya da gazete yazarlığı, üniversitede hocalık görevi gibi yoğun işleri nedeniyle bu yoldan yürümek zorunda kalıyor. Bu durum onun -kendi tanımıyla- “public figure” olmasını ve bu sayede düşüncelerinin daha geniş bir alanda yankı bulmasını sağlarken, aslında bütünlüklü kitapların “önünü tıkaması” nedeniyle Türkiye’deki edebiyat eleştirisi açısından bir kayba dönüşüyor.