7 Mayıs 2010 Cuma

Orhan Koçak: “Kişinin Kendi Enayilikleri Hakkında Konuşması Kadar Zehirli Bir Zevk Yoktur”


(orhan koçak söyleşisinden bir bölüm)

orhan koçak-erkan ırmak


– Nietzsche’nin Die Fröhliche Wissenschaft’ında [Şen Bilim] başlığı “Ama o vakit niçin yazıyorsun? –” diye çevrilebilecek kısa bir diyalog vardır. Şöyle: “Ama o vakit niçin yazıyorsun? – A: Elinde yaş tüy kalemle düşünenlerden değilimdir; önlerinde mürekkep hokkası, sandalyelerine kurulup da kâğıda bakarak kendilerini tutkularına kaptırıp gidenlerden ise hiç değilimdir. Yazmaktan usanırım ya da utanırım ben; yazmak, bende, doğanın çağrısıdır - benzetmeler yoluyla bile olsa ondan söz etmek bana tiksinç geliyor. B: Ama niçin yazıyorsun o vakit? A: Peki dostum, sana güvenle şunu söyleyeyim: düşüncelerimden kurtulmanın başka bir yolunu şimdiye dek bulamadım ben. B: Niçin onlardan kurtulmak istiyorsun ki? A: Niçin mi istiyorum? İstemek mi? Buna mecburum. B: Yeter! Yeter!” Sorumsa şu: Sizin yazılarınızda yazı’nın bir praksis olarak değerlendirilmesine kıymetli ve izi sürülebilir bir atıf var. Yazı’nın, yazma’nın temel bir özelliği olarak “deneyim”i öne çıkarıyorsunuz. Elbette, bunu edebiyat ve modernite bağlamında genel ve tarihsel olarak yorumlamanızı da rica ediyorum; ama daha çok da kendi deneyiminizden, yazarken aralara giren parantez içlerindeki, dipnotlardaki o sürekli müdahale eden ve yazı’nın kendisiyle didişen, muzip, ironik, sorgulayan, bir türlü emin olamayan ama yine de yazmaktan vazgeçemeyen sesten bahsetmenizi istiyorum. Kısacası, o vakit siz niçin yazıyorsunuz ve yazmak sizin için nasıl bir deneyim?




Önce “niçin” sorusu. Farklı dönemlerde farklı cevapları oldu. Gençken herhalde ifade/dışavurum diye bir dert vardı: şekillenmek, belirmek isteyen bir cümle, bir düşünce, bazen düşüncenin kendisinden de çok hareketi, ritmi… Sonraları daha rasyonel, belki daha araçsal, daha memurca tasalar ortaya çıktı: açıklamak, bir sorunu çöz(ümle)mek, bana yanlış gelen bazı yargıları “düzeltmek”, bazı mesajları iletmek, hatta “paylaşmak”… Şimdiyse Nietzsche’nin pasajındaki “kurtulmak, ne pahasına olursa olsun dışarı atmak” düşüncesi galiba yaptığım şeyi daha iyi anlatıyor. Çıkarmak istemek, içte kaldığı takdirde rahatsız edeceğinden, zehirleyeceğinden, belki bir çeşit “düşünsel hemoroide” yol açacağından korkmak… Bundan sonra da esas kaygı herhalde şöyle bir şey olacak: artık daha farklı bir şey yapamazsın; başladın, bitir. Şöyle ya da böyle sonuna erdir.


“Nasıl”ına gelince… Hiçbir zaman özgür, coşkulu, kendiliğinden bir akış olmadı. Şimdi daha çok sıkıntı veriyor olması, geçmişte de pek zevk vermediği gerçeğini unutmamı sağlamıyor. Ikınma hep vardı. “Praksis” lafı doğru – poiesis’in karşıtı olarak. Yazmayı teknik bir sorun olarak, bazı malzemeleri (buna “projeler” ve “esinler” de dahil) işlemek ve dönüştürmek sorunu olarak alabildiğimde, hazsızlığı da biraz gerilere itebiliyorum. İlk gelen düşünceyi, ilk gelen cümleyi veya sözcüğü geri püskürtme sorunu oldu yazmak benim için (üstelik bunlar da sular seller gibi geliyor değildi). Kendi zekâsızlığıma karşı yazmak, yazının içinde bir yarılma yaratmak, bende olandan daha iyi, daha cömert, daha aydınlık, daha kesin çizgili birtakım düşüncelerin bu yarığın içinden belirmesine fırsat yaratmak… Nietzsche, başka bir yerde de, metaforu “başka yerde olma istenci” olarak tanımlar. Her türlü yazıyı uzun bir metafor, uzun bir “farklı söyleme” teşebbüsü olarak alırsak, en durgun yazarın faaliyetinde bile bir aşkınlık ihtiyacının, kendi bulunduğu yerden azıcık uzaklaşma isteğinin rol oynadığını söyleyebiliriz. Turgut Uyar da bir şiirinde “bir şarkı yaparsa durgunluğundan” diye yazmıştı. Simyacının hayali.


Deneyim? Ancak yitirilirken kavramlaşan bir olgu daha… Herhalde vaktiyle Simmel’in, Bergson’un etkisine biraz fazla maruz kaldığımdan olsa gerek, 70’lerde 80’lerde benim için de bir “catch-phrase” haline gelmişti deneyim. Ama bu yazarlar, deneyimin nihai imkânsızlığına rağmen nasıl olup da bir an için belirebildiğine hayranlıkla bakakalmışlardı. Kavram kolayca fetişleşti geçen yüzyılın başında. Dilthey’ın tuğla cesametindeki Şiir ve Deneyim’i bir laf salatasıdır. İmkânsızlığın, en azından müşkülün, çatallanmanın üzerinde asıl Walter Benjamin durdu. Ne ki o da yüzü geçmişe dönük bir deneyim fikri (birikmiş tecrübe olarak deneyim) ile geleceğe dönük bir deneyim fikri (belirlenmemişlik olarak deneyim, “ustalığın” reddi olarak deneyim) arasında gidip geliyordu. Barok üzerine, Baudelaire ve 19. yüzyıl Paris’i üzerine yazarken asıl ilgilendiği şey fragmanlaşmış, kırıntılaşmış bir hayattı (1930’lardaki Türk dilcilerinin “fragment” karşılığı olarak “ufantı”yı önerdiğini biliyor muydunuz, vallahi hiç fena değil). Sorun şuydu: bu kırıntılar, bu cam kırıkları, geçmişte sahiden yaşanmış ama sonradan tıkanmış bir hayatın kalıntıları mıdır, yoksa eskiden de tam yaşanmamış, belki de hiç yaşanmamış bir durum, bir hayat projesi, ancak vakti geçtikten sonra ve ancak böyle pırıltılı ufantılar halinde mi belirebiliyordur? Birer iz midir bunlar, yoksa iz yanılsaması mı?


Yapısalcılık, ki kendisi de bir açıdan deneyimin kapanmasının ifadesi olarak görülebilir, özellikle Jakobson’un iletişim teorisi, bütün bu post-Romantik marmelattan sıyrılmamızı sağlayacak aletler veriyor bize. Romantizmin özgünlük miti, Jakobson’un “mesaj” adını verdiği yönlenişin hipostazlaştırılmasına varıyordu: Mesaj kendi kendinden türeyen, kendi yolunu ve varış noktasını yaratan bir itiydi. Jakobson bu “özgün” deneyime mesaj adını verince otomatikman “kod” da devreye girdi: Mesaj artık özerk değildi, bir kod’un, bir konvansiyonlar ağının içinden türeyen ve gideceği yere onun belirlemesiyle varan bir iletiydi. Şimdiyse, kod’un her zaman çoktan mesajın da yerini aldığını görüyoruz: Bizden önce buradaydı, gittiğimiz yerde de onu bulacağız. Post-yapısalcılık ise bu belirlenmişliği tekrardan bir huzursuzluğa dönüştürme çabası olarak görülebilir (R. Barthes’ın durumundaysa, deneyim kavramından “haz” kavramına rücu etmek). Bir şey değişmiştir. Tomris Uyar’ın ilk kitaplarıyla sonrakiler (özellikle Otuzların Kadını ve oradaki “Alatav” hikâyesi) arasındaki fark da bu değişmeyi gösterir. İpek ve Bakır’da, Dizboyu Papatyalar’da filan, deneyim henüz ilerdedir, ertesi sabahtan bu akşamüstüne nasılsa damlamış bir ışıltı; sonrakilerdeyse deneyim sanki hiç gerçekleşmeksizin çoktan geride kalmıştır. Aradaysa, Tomris’in “tanışma anları” veya “karşılaşma anları” olarak sunmaya çalıştığı birtakım yapışkan yanılsamalar: kötü biteceği ve kesilmiş süt gibi kalacağı baştan belli olan bazı heveslenmeler. Geçmiş olsun.

Akıbet

Bir kültür ve edebiyat dergisinin ilk senesini doldurması birkaç açıdan önemli sayılabilir. Öncelikle, ülkemizde dergiler hızla açılır ve aynı hızla kapanırken, bir yıldır maddi ve manevi olarak ayakta kalabilmenin, yani fiziksel olarak “yaşamaya” devam etmenin kendisinin bir başarı olduğu düşünülebilir. Aynı şekilde, bir istikrarın sağlanması yolunda, en azından psikolojik bir eşiğin aşılması, varılacak yeni menzillerden önce teşvik edici bir soluklanma anı olarak da kabul edilebilir. Bunlar yeniyazı’nın “aracıları” bizlerin hesabında sevap hanesine yazılabilir belki. Mutluluk verebilir.

Ama ilk seneyi doldurmuş olmak sevapların yanında günahların da bir muhasebesini yapmayı gerektiriyor. Altı sayı boyunca yaptığımız ve yapamadığımız şeyleri düşünmemiz; bundan sonra yapmak ve yapmamak istediklerimize karar vermemiz gerekiyor. Geçtiğimiz bir yıl boyunca, özellikle “çerçeve” konuklarımız ve yazarlarımız hakkında çoğunlukla olumlu ve cesaret verici tepkiler aldık. Önümüzdeki sene de aynı yüreklendirici yorumları alabilmek için çabalayacağız. “Atölye” bölümünde zor bir işe kalkıştığımızı başından beri biliyorduk. Okurken keyifli, hazırlarken meşakkatli olan bu sayfalarda istediğimiz katılımı sağlamakta zaman zaman zorluk çektik. Zaman zaman da derginin geri kalanıyla kıyaslandığında henüz hamlıktan pişmişliğe erememiş metinleri “atölye”nin amatör ruhunun koruyuculuğuna sığınarak sizlere taşıdık. Önümüzdeki sayılarda daha “olgun” ama hâlâ “genç” kalan yazı ve yazarlara ulaşmanın, “atölye”nin gerektirdiği birlikte düşünme ve üretme biçimlerini daha fazla zorlamanın yollarını bulmak için uğraşacağız.
Derginin diğer kısımlarındaysa usta-genç ayrımı/ayrıcalığı yapmaksızın, ama ustaya da gence de bir mecra olmaya çalışarak “iyi edebiyat” peşinde koşmaya devam edeceğiz. Tüm bunları yapabilmek ve kendimize yeniden bir çekidüzen verebilmek içinse yedinci sayımızı ufak bir aradan sonra, Eylül ayında yayımlamaya karar verdik. Bu süre içinde hem görsel hem de içerik olarak bazı yenilikler yapmayı deneyeceğiz.

Bu arayı verirken de size her zamankinden daha hacimli, daha kapsamlı, uzun uzun okuyacağınızı umduğumuz bir sayı sunuyoruz. “Çerçeve” bölümümüzde Türkçe edebiyatın en önemli eleştirmenlerinden Orhan Koçak’ı bulacaksınız. Şimdiye kadar yazdıklarıyla birçoğumuzun edebiyatla ilişkisinde izleri olan Koçak’ı ilk kez onun hakkında yazılmış yazılarla ve kapsamlı bir söyleşiyle yeniden düşüneceğiz. “Atölye”de ise yine hem eğlenceli hem de köşe-bucak çağrışımlarla ilerleyen yazılar bulacaksınız. Ayrıca, yine şiirler, öyküler, denemeler okunmayı bekliyor. Bir sonraki sayımızın “çerçeve” konuğu Mıgırdiç Margosyan, “atölye” konumuz ise “karnaval” olacak.

Son bir not: Geçtiğimiz iki ay içinde yeniyazı’ya iki ödül daha geldi: Erkan Irmak, “Kayıp Destan’ın İzinde ya da Manzaralar’da Yiten: Kuvâyı Milliye ve Memleketimden İnsan Manzaraları’nda Milliyetçilik, Propaganda ve İdeoloji” adlı yüksek lisans teziyle Memet Fuat İnceleme/Eleştiri Ödülü’nü alırken, Gökhan Arslan da Arkadaş Z. Özger Ödülü’nü “Yaraya Tutulan Ayna” adlı dosyasıyla kazandı; tebrik ediyoruz onları. Ekip olarak, göğsümüzü kabarttıkları için ayrıca teşekkür ediyoruz.

Geriye dönüp bakınca bir sene bunları gösterdi, bakalım akıbet ne gösterecek?

6.sayıda neler var?


yeniyazı'nın 6. sayısında Çerçeve bölümünün konuğu Orhan Koçak'tı. Erkan Irmak'ın Orhan Koçak'la yaptığı söyleşiyi, Nurdan Gürbilek, Necmi Zekâ ve Yalçın Armağan'ın, Koçak'ı çeşitli yönleriyle değerlendiren yazıları takip ediyor.


yeniyazı'nın 6. sayısında
Atölye tüyü bitmemişlere, tüylerini traş etmeyenlere, tüyenlere, şeytan tüylülere ve daha nicesine Başak Deniz Özdoğan, Gökhan Arslan, Bahadır Sürelli, Melek Özlem Sezer, Zuhal Özden ve Filiz Babalık'ın yazıları ve Fatih Duman'ın şiiriyle selam çakıyor.

Bu sayı şiir bakımından çok zengin. Sina Akyol, Cihan Oğuz, Baki Ayhan T., Gonca Özmen ve Mustafa Ergin Kılıç'ın yanı sıra; Ercan Y.Yılmaz, Erkan Kara, Abdurrahman Şenel, Nilüfer Altunkaya, Veli Düdükçü, Seher Özkök ve Hüseyin Kaptanoğlu'nun şiirlerinin yer aldığı bu sayıda daha önce hiçbir yerde şiiri yayımlanmamış bir isim var; Murat Ekinci.

Her sayıda olduğu gibi bu sayıda da Hüseyin Peker dergiler ve kitaplar arasında gezinmeye devam ediyor. Hüseyin Köse "Şiirimizde Kriz Gereksinmesi Üzerine" başlıklı yazısıyla son zamanlarda ortaya çıkan tartışmalara farklı bir açıdan yaklaşıyor. Şair Veysi Erdoğan'ın, Yavuz Ekinci'nin son kitabı Tene Yazılan Ayetler ve Mehmet Fatih Uslu'nun Tennessee Williams'ın Kızgın Damdaki Kedi oyunu üzerine denemelerini de bu sayıda okuyabilirsiniz. Cihat Duman ve Ayşegül Tözeren'in "Nazara İnanmak ya da Görsel Şiir ya da Dada Korkut" yazısı, evvelce dergilerde hayli yer bulmuş bir tartışmaya odaklanıyor. Tuğçe Ayteş ve Taylan Asır da bu sayıya öyküleriyle katkıda bulunuyorlar.



Bu sayıda çerçeve bölümü dışında bir röportaja daha yer verdik. Bahadır Sürelli, Leiden Üniversitesi Türkiye Çalışmaları Bölümü'nden Jan Schmidt'le Osmanlı ve Türkiye çalışmaları üzerine hoş bir söyleşi yaptı.


İyi okumalar!

Şiir Günlüğü'nde yeniyazı


[...]

Yeniyazı dergisi dört sayı çıkmış. Ben son iki sayısını yeni gördüm: Hacimli, doyurucu, farklı dosyalarla yol alıyor: "hamur", "böcek" dosyaları ilgimi çekti. İlk iki sayıdaki dosya konularını, "Atölye"de, "Çerçeve"de yer alanları merak ettim. Ayfer Tunç, Fatih Özgüven'e ilişkin yazılanlar, söyleşiler ilgimi arttırdı bu farklı dergiye. k. İskender'in Ülkü Tamer'e gönderme yaptığı şu iki dizeyi aklımda tutuyorum. "Kelimelerle görüşmüyorum (diyor) ayrılıyor cümle kafesten: / Hem dersini iyi bilmiyor hem de zayıf herkesten" (kıyAmet). Derginin dördüncü sayısında yer alan Ece Ayhan'ın sınıf arkadaşı Ülkü Başsoy'un yazısı anılarla, mektup örnekleriyle sarıyor okuru.


[...]


Gültekin Emre (Varlık, Nisan 2010)