20 Eylül 2010 Pazartesi

Mıgırdiç Margosyan: “Rüyalarımızı Hangi Dille Görüyorsak O Dille Yazarız.”


mıgırdiç margosyan-başak deniz özdoğan


(mıgırdiç margosyan söyleşisinden küçük bir bölüm)



Writers of Disaster adlı kitabında 20. yüzyıl Ermeni edebiyatını inceleyen Marc Nichanian, 20. yüzyılın başındaki Ermeni yazarlarının söylemek istedikleri çok şey olduğunu, ama bunun tarihi olayları ve şartları içeriden yaşadıklarından değil, edebiyatın buna daha fazla imkân tanıması dolayısıyla olduğunu söyler. Ona göre bu dönemin edebiyatı bütün imkânları ve imkânsızlıklarıyla öncelikle yasla ilgilidir ve yasın karışık yapısını araştırır. Nichanian, burada edebiyata öncü bir rol çizer ve 20. yüzyılın başındaki bu büyük yası ancak ve ancak edebiyat anlatabilir der. Tarihin bunu anlatmaya gücünün yetmeyeceğini vurgular. Sizin edebiyat anlayışınızın da benzer bir yol izlediğini düşünüyorum. Kendinizin, ailenizin ya da yakın çevrenizin yaşadıklarını hikâye ya da roman formatında anlatmayı seçiyorsunuz. Bu bağlamda, sizce edebiyatla tarihi birbirinden ayıran şey nedir?

Klasik bir şey belki, tarih çok belirgin ve kuru. Tarihçiler oturur birtakım olaylardan yola çıkarak tarihi yazar. Olayları kendi süzgeçlerinden geçirirken tarihçinin kendi duygularından yola çıkmaması lazım. Dolayısıyla tarihçinin yazdığı, kuru, kara bir şey olur. Mesela tarih, “şu kadar kişi öldü, bu kadar insan yaralandı,” der. Ama o insanların dramını hiçbir şekilde dile getirmez. Ya, “büyük bir zafer kazanılmıştır,” der veyahut “kaybedilmiştir,” der bırakır. Belki olayın bir-iki nedenini ve niçinini söyler, ama bu kadar. Oysa edebiyatta böyle değil. Edebiyat o neden ve niçinlerin kökeninde ne vardı, sosyolojik olaylar neydi, niçin olmuştu ve bundan kimler, ne kadar mağdur olmuştu, sonraki nesiller hangi şartlar altında ne yaptı, ne etti gibi detaylı bir şey anlatır. Dolayısıyla aralarındaki fark bence budur.

Bir de edebiyatta şu olabilir. Mesela siz üç kişi üzerinden bir olayı anlatabilirsiniz, ama anlattığınız o bir olay aslında tarihtir. Ama siz üç veya beş kişiden yola çıkarak anlatmışsınızdır. Oysa tarihçilerde öyle bir şey yok. Onlar daha kuru, daha düz bilgileri yan yana getirirler. Tabii ne kadar tarafsız yazarlar olduklarını da bilemiyorum.

– Bu soruyla bağlantılı olarak edebiyatınıza ve yazdıklarınıza genel olarak baktığımızda şu yargıya varmak mümkün: Yazdıklarınızın kaynağı daha çok özyaşam öykünüz. Edebiyatınızda deneyim önemli. Bu bakımdan yazdıklarınızı belgesel edebiyat kapsamında değerlendirmek de mümkün. Belgesel edebiyat kavramı hakkında ne düşünüyorsunuz?

Yazdıklarımın, hikâyelerimin ya da romanlarımın genel olarak bir belgesel değeri var, çünkü ben kahramanlarımın hemen hemen tamamını gerçek insanlardan seçtim. Gerçek insanların yaşamından seçtim. Oturup hayal kurarak yazmadım. Dolayısıyla o anlamda gerçekten belgesel. Ama bir olayı veriş tarzı önemlidir. Mesela babanızdan bahsediyorsunuz, ama bir yandan 1915 olaylarında neler olmuş olduğunu da anlatıyorsunuz. Yani babanızı anlatırken birtakım tarihi olayları da anlatıyorsunuz. Ama bunu söylerken hangi dil ve zihniyetle yaklaşıyorsunuz? Sizin bir önyargınız var mıdır yok mudur? Masaya oturur oturmaz bir önyargınız varsa, tarihi olayın geçmişini gerçeğini gün yüzüne çıkarırken şunu şunu da illa söyleyeceğim ya da illa yapacağım gibi bir yaklaşım içersinde -daha doğrusu peşin hükümle- masaya oturursanız, o zaman yazdıklarınız bence çok yavan kalır. Tarafsız olmaz. Ben mümkün olduğu kadar böyle yapmamaya gayret ettim. Kişiliğimde de bu vardır. Doğru olduğuna inandığım şeyleri yazdım. Ama tabii benim doğrularım başkaları için yanlış olabilir. Yani bir olayı anlatırken mümkün olduğu kadar o olayı yaşayan insanların dillendirdikleri cümlelerden yola çıkarak anlatmaya çalıştım. Bu anlamda da yazdıklarım hem belgeseldir hem edebiyattır.

armağan aktaç atölye için yazdı: "özgürlüğün tadı: new orleans'tan tatavla'ya karnaval"


“Festival gibisin, katılmak istiyorum.”
Kenan Doğulu

Karnaval denilen etkinliklerin kökenleri “Satürn Bayramı” (The Feast of Saturn) adı verilen Antik Roma tatillerinden gelmektedir. O zamanlarda bu bayramlar zengin ve ünlüler ile asla zengin ve ünlü olamayacaklar arasındaki gerilimi azaltmaya yardımcı bir kaçış sübapı olarak kullanılmaktaydı. Ve karnaval denen bu şey, toplumun büyük bir kesiminin hayal kırıklıkları için bir kaçış noktası yaratmıştı. Zira Romalı kölelerin sayısı Romalı yöneticilerin sayısından çok daha fazlaydı. “Satürn Bayramı”, işte bu köleleri matematiksel hesaplar yapmaktan ve kontrolü ele geçirmeye çalışmaktan alıkoyuyordu.

Hıristiyanlık Roma İmparatorluğu’nun resmi dini haline geldiğinde, “Satürn Bayramı” (buna Satürn Festivali de diyebilirsiniz) karnavala dönüştürüldü. Karnavalın son günü yirminci yüzyılın fast food kültürünü işaret edercesine “Şişman Salı” (Fat Tuesday); ya da Fransızcadaki deyişle “Mardi Gras” olarak anılmaya başlandı. Bu, Katolik topluluk için, oruç ve cinsel diyetle geçirilen kırk günlük perhiz (İngilizcedeki adıyla Lent) öncesi son fırsattı.1 Karnaval, Yeni Dünya’ya ise Fransız ve İspanyol yerleşimcilerce ithal edilmişti ve günümüzde dahi, New Orleans’taki Mardi Gras kutlamalarının pek çok ritüeli Fransa
ve İspanya’daki ile aynıdır.

New Orleans Mardi Gras’sı, antik karnavalların pek çok unsurunu içerir. Bunun en önemli göstergelerinden biri, bir başka yer veya zamandan bir şey ithal etmektir. Mesela, geçmişi geri getirmek gibi... Geçmiş, çoğunlukla mekânsal olarak bir başka yermiş gibi algılanır ve işte bu yüzden, karnavallar süresince geçmiş daima günümüze çekilir ve insanlara sergilenir. Örneğin karnavallara katılan pek çok grup geçmişten gelen isimler kullanır. Özellikle de Yunan, Roma ya da Mısır mitolojisinden alınmış isimler.

Karnavalın en erken biçimlerinin ta Antik Roma’ya kadar uzandığını söylemiştik. Normal zamanlarda kitlelerin düzen içerisinde ve mutlu kalmalarını (ya da en azından “büyük sürü”nün kendisini öyle hissetmesini) sağlamak için tasarlanmışlardır. Bunun için karnavallarda yapılan şeylerden biri de katılımcılara bir şeyler dağıtmak, hatta tam anlamıyla fırlatmaktır (bugünkü king size menülerini çağrıştıran limitsiz bir müsriflik duygusu, ne hoş!).

New Orleans’taki kutlamalarda Doubloon denen plastik gerdanlıklar ve yüzüklerin yüz binlercesi topluluğun üzerinden geçen teknelerden aşağıdakilere fırlatılır. Şehir, ritüel süresince yakaladıkları bu gerdanlık ve yüzükleri takan insanlarla dolup taşar. Bundan umulan şey, herkesin en azından bir parça “mutlu hayat” yaşama şansına sahip olmasıdır. Teknelerdeki adamlar istedikleri her şeye sahiptir. “Orada”, yukarıdadırlar ve hayatın üzerinden akıp gitmektedirler. Diğer tarafta ise izleyenler, şöyle ya da böyle mekân içerisinde kapana kısılmış, akıp giden hayatı büyülenmiş bir şekilde izlemektedirler. Amaç, izleyicilerin atılan bu incik boncuklarla, o mekân içerisinde mutlu olmalarını sağlamaktır.

New Orleans’ta belgelenen ilk karnaval alayı 1837’de, sokaklarda maskeler eşliğinde gerçekleştirilmiştir. Başlangıcından bu yana Fransız, İspanyol ve Portekiz gelenekleri ile Afrika ritüelleri ve Konfederasyon’un aristokrat ailelerince düzenlenen maskeli baloların bir karışımı şeklindeydi. Pek çok durumda, geçmişin şenlikleri New Orleans’taki yaşamı eğlenceli hale getiriyordu.

1400’lerin ortasında bir Fransız rahibi, bir ülke halkını kapalı bir fıçı içerisinde fermante edilen şaraba benzeterek içerideki basınç arttıkça fıçının patlamaması için zaman zaman kapağının açılması gerektiğini söylemişti. Toplumsal baskıların bir sonucu olarak inşa edilen insan çılgınlığının da aynı yolla salınması gerekiyordu. İşte bu yüzden karnaval dediğimiz delirme günü ortaya çıktı. Karnaval, cinneti ve çılgınlığı dinsel tutuculuk şarabının içinde demlendiriyordu.

(Burada çok küçük bir kısmını okuduğunuz bu yazının tamamını 7. sayıda bulabilirsiniz.)
Pieter Brueghel'in The Battle of Carnival and Lent resmi

Kifayet

yeniyazı, altıncı sayısını çıkardığı haziran ayından, elinizde tuttuğunuz yedinci sayının çıkarıldığı eylül ayına kadar dinlendi. Ama bu arada tembellik yapmadı: Ocak ayında yapılacak “Türkiye’de Edebiyat Dergiciliği” adlı sempozyum için çalışmalarını hızlandırdı; Yavuz Türk’ün Kumaş ve Cihat Duman’ın Ya da Pişman Değilim adlı şiir kitaplarını da basarak kitap yayımlamaya başladı.

yeniyazı, yelpazesini geniş tutarak her türden ve her görüşten edebiyata açık olduğunu başından beri söylüyor. Geçmiş altı sayıyı inceleyen bir okur bu sözümüzde durduğumuzu görecektir. yeniyazı, söz sahibi değil, söze mihmandar olmaya çalışan bir dergi. Bu bakımdan altı sayı boyunca bize ürünleriyle destek veren sanatçılarımıza, yazarlarımıza bir kez daha teşekkür ederiz.

Yukarıda da belirtildiği gibi ocak ayının ilk haftası gerçekleştirmeyi düşün düğümüz “Türkiye’de Edebiyat Dergiciliği” adlı sempozyumun hazırlıkları devam ediyor. On dört adet kapanmış, on dört adet halihazırda yayımlanmakta olan top lam yirmi sekiz dergiyi Beyoğlu-Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’nde ağırlayaca ğız. Dergilerimizin isimleri, gelecek sayıda açıklanmak üzere şimdilik sürpriz olsun.

Bu sayının “çerçeve” bölümünde Ermenice ve Türkçe edebiyatların önemli yazarlarından Mıgırdiç Margosyan ile yapılmış kapsamlı bir söyleşi var. Ayrıca, alışık olduğunuz üzere, Margosyan hakkında İshak Reyna, Mehmet Fatih Uslu ve Alparslan Nas’ın yazdığı metinleri okuyacaksınız. “Atölye” bölümünde ise karnaval havası hâkim: Raif Kadıoğlu, Bahadır Sürelli, Nilüfer Altunkaya, Ezgi Korkmaz, Armağan Aktaç, Shanti Elliot ve Sancar Dalman “karnaval” ile ilgili yazdılar, çizdiler, şiirlediler…

Geçen sayılarda Ece Ayhan ile ilgili “arkeolojik” bir çalışma yapan Ülkü Başsoy, bu kez İlhan Berk ile ilgili hacimli bir metin yazdı dergimiz için. Edebiyat tarihi alanı için önemli olduğunu düşündüğümüz bu yazının ikinci bölümü de bir sonraki sayımızda yayımlanacak. İlhan Berk’e bir adım daha yaklaşmak adına yazılan bu anıları keyifle okuyacağınızı umuyoruz.

Nurullah Kuzu, Mehmet Erte’nin Alçalma’sını; Mehmet Akif Ertaş, Altay Öktem’in Dört Kırıtık Opera’sını incelerken; Mustafa İbakorkmaz, İshak Reyna’nın Alfabetika’sının kenarına notlar aldı, İrfan Karakoç, Hurufilik kitabı hakkında kalem oynattı. Ayrıca Pelin Aslan, Ahmet Mithat’ın Fenni Bir Roman Yahut Amerika Doktorları adlı kitabıyla ilgili ilginç bir deneme yazdı. Dahası; şiirler, öyküler ve denemeler…

Öyleyse, âdet olduğu üzre önümüzdeki iki sayının misafirlerini ve atölye konularını da duyuralım bu konularda kalem oynatmak isteyenlere: 8. sayımızda ünlü yönetmen Semih Kaplanoğlu’nu “çerçeve”ye alacağız ve onunla şairliği ve yönetmenliği üzerine söyleşeceğiz; “atölye” konumuz ise “afyon” olacak. 9. sayı­mızda konuğumuz Hüseyin Ferhad olacak; “atölye”mizde ise “fal” açacağız...

Geçmiş bayramınız ve sonbaharınız kutlu olsun.

Şiirler: Bilal Çiftçi, Cihat Duman, Can H. Türker, Sinan Özdemir, Mehmet Sadık Kırımlı, Osman Erkan, Zafer Özgekağan, Halil İbrahim Özbay, Fulya Emek Tanrıkulu, Sadık Yaşar, Murat Çakır

güzel ve uğurlu 7!