5 Mart 2010 Cuma

“Şiir Önemlidir. Evet. Ama Düşünüldüğü Kadar da Etkili Değildir.”





(ülkü tamer röportajından bir bölüm)

ülkü tamer- gökhan arslan/ ramazan parladar


- 60’lı yıllarda ardı ardına çıkardığınız kitaplarla İkinci Yeni’den de beslenerek kendinize özgü bir dil oluşturdunuz. Halk geleneğinden gelen tavrınızla beraber, çağın getirdikleriyle de yakından ilgili oldunuz hep şiirlerinizde. Fakat edebiyat çevrelerinde dikkat ettiğimiz bir şey var. Özellikle genç kuşak, bestelenen şiirlerinizden olsa gerek, sizi yalnızca isim olarak biliyor. Bunun nedeninin de belli bir dönemden sonra kitap yayımlamamanızdan ve dergilerde görünmemenizden kaynaklandığını düşünüyoruz. Bir şiirinizde “Hatırlamak, en büyük düşmanıdır yalnızlığın” diyorsunuz. Bu dizeden hareketle şunu sormak istiyoruz: Gerçekten hatırlanmak mı istemiyorsunuz, yoksa yeni şiirleriniz var da biz mi okuyamıyoruz?

Ben çok sık yazan bir şair değilim. Geçmişte de iki şiir arasına yıllar girdiği dönemler oldu. Aynı şiiri yinelemek, belirli dönemlerde “yinelemek” yerine “yenilemek”i yeğledim. Hep acemiliği, onun tadını, coşkusunu yaşamak istedim. Kimi şairler vardır, aynı şiirin sanki kopyalarını üretirler boyuna. Ben bir çizgiye ulaştığım zaman yeniden başlamayı seçiyorum. Evet, bir süredir şiir yayımlamıyorum. Ama yazılmış dizeler, taslaklar var. Onları yakında bir kitap olarak yayımlamayı umuyorum.


- Şiir serüveninizin ilk dönemine ilişkin Turan Karataş’ın ciddi eleştiriler yönelttiği bir yazısı var. Bu yazıda Karataş, sizi ilk dönem şiirlerinize bakarak “şiire geç varan bir şair” olarak niteliyor. Mehmet Can Doğan da sizin şiirinizi irdelediği “Yanardağın Coğrafyası: Ülkü Tamer” adlı yazısını iddialı bir cümleyle bitiriyor: “Ülkü Tamer’in şiiri bilene derstir; başladığı ve geldiği yer bakımından elbette.” Bu iki görüşe de katılmadığımızın altını çizerek söyleyebiliriz ki ilk kitabınız Soğuk Otların Altında başarılı bir ilk kitap olmanın ötesinde, diğer kitaplarınız arasında da en önemlilerinden biri. Bu düşünceyi temellendiren bir yazının da gerekliliğini vurgulamak isteriz (ki içimizden birinin yerine getireceği bir vaat olsun bu). Şimdi sizden istediğimiz ilk döneminize, özellikle de Soğuk Otların Altında kitabına baktığınızda neler düşündüğünüz…

Yazılması gereken şiirlerdi onlar diye düşünüyorum. Söz gelimi, bugün okumak bile istemediğim bir eski şiirim olmasa, bugünkü şiirimi yazamazdım. Her şair etkilerle başlar yazmaya. Ben de ilk dizelerimi kurmaya oturduğumda, yerli yabancı birçok şairin etkisindeydim. Önemli değil bu. Önemli olan, yıllar içinde kendi sesini kazanmak.


- Yıllar önce Mehmet Kaplan “Yazın Bittiği” adlı şiirinizi incelemiş ve bu şiirdeki kimi bağdaştırmaların sembolik nitelikler taşıdığını belirterek sizin Dev-Genç’e dair birtakım göndermelerde bulunduğunuzu belirtmişti. Sizse Yaşamak Hatırlamaktır’da bu şiirin Dev-Genç’in kuruluşundan tam sekiz yıl önce yazıldığını “hatırlattınız”. Kaplan’ın yazısının yer aldığı Şiir Tahlilleri adlı kitabı yıllardır İstanbul Üniversitesi ve bu ekole bağlı pek çok üniversitede ders kitabı olarak okutuluyor. Bu kitabın hâlâ birçok okulda mutlak ve tartışmasız bir metinmiş gibi okutulması üzerine sayfalar dolusu söz söylenebilir; ancak biz o yıllardaki edebiyat ortamını sormak istiyoruz. O yıllarda ideolojinin hizmetinde yapılan eleştiriyi değerlendirebilir misiniz?

Bence önyargılardan yola çıkılarak yapılmış, “nesnellik” uydurmacası altında yazılmış bir yazıydı o. Yeri de, ciddi olduğu varsayılan “bilimsel” bir kitap değil, bir gülmece dergisinin sayfalarıydı.


- Bu durumla ilişkili bir başka soru: 80’li yıllardan itibaren şiire dair algı değişti. İkinci Yeni esintili bu dönemde, ideolojinin yerini şiirin kendisi aldı. Değerlendirmeler, eleştiriler, oluşum ya da öbeklenmeler hep şiir eksenli oldu. Birbirinden çok farklı düşüncelerin temsilcisi olan şair-yazarlar ortak dergiler çıkardı. Siz İkinci Yeni’nin şiirsel iklimini solumuş bir şair olarak, bu iki farklı algının hangisini benimsiyorsunuz; şiire bakış nasıl olmalı ve şiir eleştirisi nasıl yapılmalı?

İkinci Yeni “ortak” bir şiir olarak başladı. Şairler birbirlerinden esinlendiler hep. Sözgelimi, Cemal Süreya “Gibi bir Erzurumlu” diye bir dize mi yazdı, başka şairler de başladılar “Gibi bir”e… Sonradan herkes kendi sesini buldu. İkinci Yeni akımının getirdiği zenginliklerden, kaynaklardan yararlanarak kendi özgün şiirini yarattı. Kaçınılmaz bir şey bu.


(Söyleşiyi gerçekleştirdiğimiz sırada Ülkü Tamer sağlık sorunları nedeniyle hastanede bulunuyordu ve buna rağmen bizi kırmadı, sorularımızı cevapladı. Kendisine çok teşekkür ediyor ve acil şifalar diliyoruz.)

Kutudan Kedi Evi Yapalım!

GEREKLİ MALZEMELER

- Kalın ve sağlam karton kutu,
- Her tarafından 3-5 cm boşluk kalabilecek boyda daha küçük bir kutu,
- Bol gazete,
- Kalın, battal boy çöp torbası,
- Şeffaf bant.

YAPILIŞI



1. Katlanmış gazeteleri kolinin alt kısmına 3-4 sıra üst üste yerleştirin.






2. Küçük koliyi büyük kolinin içine koyun. Gazeteleri katlanmış olarak iki kutu arasına, dört tarafına sıkıca yerleştirin.


3. Küçük kutunun bir küçük kapağını içine katlayın ve sıkıca bantlayın.


4. Küçük kutunun katlanmış büyük kapağının kenarından, bir kedinin geçebileceği büyüklükte bir kısmı kesin.


5. Küçük kutunun kapaklarını görüldüğü gibi bantlayın.


6. Büyük kutunun büyük kapağının kenarını görüldüğü gibi kesin. Öteki kenarından 1 cm kadar keserek kapağı eninden biraz küçültün.


7. Kalın battal torbayı açarak, kutunun tümünü sarın ve sıkıca bantlayın. İki kat yaparsanız daha sağlam olacaktır. Kapı olarak açılan bölümün etrafını kesici ile üç kenarından kesin. Kapağın etrafını ve kesilmiş kısımları bant ile iyice sarın.


8. Gazeteleri 2-3 cm kalınlığında boyuna kesin ve kutunun içini bolca doldurun. Evin içine, kapısından girecek büyüklükte, kapının bulunduğu tarafa ağır bir taş koyun. Bu kutunun devrilmesini engeller. Bu kedi evi, iki kediyi kolayca barındırır. Üstüne, belediyenizin onayını gösteren, suya dayanıklı, kendinden yapışkanlı etiketi yapıştırın.


Önemli Notlar

- “Kedi evi”ni, balkon altı gibi yağmurdan koruyabileceğiniz bir yere koyun. Altına bir sebze kasası veya toprakla temasını azaltacak bir cisim yerleştirin.
- Kedi kapısını rüzgârdan korumak için, duvara doğru çevirin ve duvarla ev arasında, kedinin rahatla içeri girebileceği kadar bir ara bırakın.
- Bilhassa çok yağışlı havalardan sonra, elinizi evin içine sokarak gazete kırpıntılarını kontrol edin.
- Eğer ıslanmışlarsa, yenileri ile değiştirin.


KAYNAK: Hayvansever Gazetesi (www.hayvansevergazetesi.com)

yeniyazı 5'te neler var neler var!



5. sayıda yeniyazı'nın “Çerçeve” bölümünün konuğu Ülkü Tamer'di. Ülkü Tamer’le Gökhan Arslan ve Ramazan Parladar söyleşti; Mehmet Can Doğan, Mahmut Temizyürek, Hüseyin Köse, Gonca Özmen, Nurullah Kuzu ve Veysi Erdoğan Ülkü Tamer'le ilgili yazı yazdılar.
yeniyazı'nın atölyesinde bu sayıda kutular birikti. Olcay Akyıldız, kutu koleksiyonuyla ilgili bir yazı yazdı ve Birhan Keskin de bu koleksiyonun fotoğraflarını çekti. Nazan Maksudyan, çocukken oynamaktan büyük keyif aldığımız "kutu kutu pense" oyunuyla ilgili bir deneme yazdı. Nilgün Aras, "kutu"dan mülhem bir öykü yazdı ve Sancar Dalman “kutu”yu çizdi. Ve bu sayıda soğuk havalarda kediler sığınabilsin diye mukavva kutudan kedi evi nasıl yapılır onu öğrendik!

Her sayıda olduğu gibi
yeniyazı'ya şiirler geldi... Bu sayıda, Muammer Karadaş, Ramazan Parladar, Fettah Köleli, İlhan Kemal, Koray Feyiz, Öktem Tepe, İsmail Sertaç Yılmaz ve Mehmet Rayman şiirleri ile Handan Konar çevirisiyle Nîmâ Yûşîc'den bir şiiri okuyabilirsiniz.
yeniyazı'nın 5. sayısında, Ahmet Büke, Bahadır Turan ve Yusuf Turhallı'nın öykülerini, Jan Schmidt'in Osmanlı gündelik hayatında kullanılan keyif verici maddelerle ilgili denemesini, Bahadır Sürelli'nin Leiden Şark Yazmaları Koleksiyonu’ndan bulup çıkardığı bir öyküyü incelediği yazısını ve Gökhan Arslan'ın, Nurullah Kuzu’nun ilk kitabı hakkında yazdığı inceleme yazısını okuyabilirsiniz. Ve her sayıda olduğu gibi Hüseyin Peker, şiir yıllıkları ve dergileriyle ilgili bir yazı kaleme aldı.



İyi okumalar ve tabii ki hoşgeldin bahar!

yeniyazı 5!!!

Letafet





Açıl ey gonce-i zîbâ açıl fasl-ı bahâr oldı
Hezârın hasret-i dîdâr ile derdi hezâr oldı
[Açıl ey güzel gonca açıl, bahar mevsimi geldi,
senin yüzüne duydukları hasretten bülbüllerin derdi binlerce oldu.]
Şeref Hanım (19. yy.)

İlkbaharı yaşamaya başladığımız şu günlerde herkes gibi yeniyazı’nın tek işçileri olarak bizler de içimizde yeniden kıpırdanmaya başlayan bir “yeniden canlanma” hissediyoruz. Kışın getirdiği hüzünleri artık yavaş yavaş toprağın altına gömmeye başladık. Hem baharın umut verici latifliğinden, hem de yepyeni bir yeniyazı’nın getirdiği heyecandan olsa gerek bu. Zira yeniyazı dergisinin 5. sayısını okurlarına sunarken hissettiği tüm bu “letafet”i de simgeliyor ilkbahar.

yeniyazı’nın bu sayısında tanınmış şairlerimizden Ülkü Tamer’i “çerçeve” konuğu olarak seçtik dergimize. Aynı zamanda oyun yazarlığı ve çevirmenlik de yapmış olan Ülkü Tamer’le ilgili olarak Mahmut Temizyürek, Hüseyin Köse, Gonca Özmen, Mehmet Can Doğan, Nurullah Kuzu ve Veysi Erdoğan dergimiz için yazılar yazdılar. Ancak dergimizin yeni sayısının hazırlıklarıyla uğraştığımız günlerde sevgili Ülkü Tamer ne yazık ki hâlâ rahatsızlığıyla mücadele ediyordu. Öncelikle tüm bu sıkıntıya rağmen bizimle yaptığı güzel söyleşi için kendisine şükranlarımızı sunuyor ve kendisine acil şifalar diliyoruz.

Geride bıraktığımız soğuk aylardan birinde, günümüz dünya edebiyatının önemli isimlerinden Jerome David Salinger 27 Ocak’ta hayata gözlerini yumdu. Salinger’ın kült romanı Gönülçelen (The Catcher in the Rye) dünya çapında 60 milyon satarak büyük bir başarıya imza atmıştı.
Gelelim önümüzdeki sayılara… yeniyazı’larımızın “çerçeve”sinden 6. sayıda Orhan Koçak, 7. sayıda Mıgırdiç Margosyan bakacak sizlere. Atölye konularımız ise sırasıyla “tüy” ve “karnaval” olacak. Okurlarımızın, özellikle atölye çalışmalarımız ile ilgili ürünlerini ve katkılarını bekliyor, onları yeniyazı’nın bahçesinde oynamaya davet ediyoruz.

Son olarak, 2010 yılı Kemal Özer Şiir Ödülü’nde ikincilik ve mansiyon ödüllerine değer görülen dergimizin yayın kurulu üyelerinden Gökhan Arslan ve Cihat Duman’ı yeniyazı adına tebrik ediyor, aramızda oluşlarından
duyduğumuz mutluluğu bir kez daha belirtmek istiyoruz.
Baharın letafeti üzerinize olsun.


(Resim: M. C. Escher, Another World, 1947 )

kutudan neler çıkacak acaba?


John William Waterhouse, Pandora, 1896

haftanın iz bırakanları

http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/babaoglu/2010/01/10/haftanin_iz_birakanlari

ben ve zombiler...

04.02.2010 radikal

fatih özgüven

Salı gecesi kanal zaplarken baktım dergi çıkarmaya çalışan gençler rolünde Berrak Tüzünataç ve kızlı oğlanlı bir grup. Sinemaya gitmeye karar verdiler, 80’ler ortası olmalı; aniden Berrak Tüzünataç, ‘Muhsin Bey’e gidelim, Fatih Özgüven pek beğenmemiş ama Şener Şen için yazılmış en iyi rol diyor,’ dedi. Hatırlamıyorum o yazıyı, Yeni Gündem’de yazmışım herhalde ama fikir doğru, öyle demişimdir. Hele ‘Kıskanmak’daki gayretlerinin yeterince takdir edilmediğini düşündüğüm aktrisin ağzından duyunca hoşuma gitti bu ‘dönem’ şeysi. Gene de, boşandığı hain sırıtışlı kocası Melis Birkan’ın elinden çocuğunu alırken başka kanala zapladım. Dizi seyredemiyorum. Ama bir hoş oldum. Yeni Gündem bürosu aklıma geldi. (Orayı merak edenler Şerif Gören’in
‘On Kadın’ın da Türkan Şoray’ın gazeteci rolünde olduğu bölümü seyredebilirler, filmi nereden bulurlar bilmem.)
Yattım; rüyamda, gün boyu birtakım ufak tefek arızalar için uğradığım hastane ve doktorları gördüm. Rüyamda bir doktor arkadaşım bana ortopedist randevusu ayarlamaya çalışıyordu. ‘Hmm,’ dedi, ‘falan filan doktor en iyisi ama seni tanıyor ve ‘Sonbahar’ hakkında yazdığın yazı yüzünden sana kızgın.’ ‘Yani?’ ‘Ona gitmesen daha iyi.’ Hay Allah. Uyanınca Yeniyazı dergisinin bu ay bana ayrılan sayısı aklıma geldi. Ümit Ünal, 80’lerden bugüne yaptıklarım ettiklerim konusunda bir hayran raporu çıkarmış (bir Berrak Tüzünataç etkisi; insan kendisi söyleyemez böyle şeyleri) fakat ona okur olarak son zamanlarda yaşattığım hayalkırıklıklarından mustarip. Yazılardaki genel fikir Emre Ayvaz’ın güzel buluşuyla, okurda ‘sanki filme beraber gitmişsiniz de o perde iner inmez sizi unutup önden çıkmış’ hissi uyandırışım. Doğru, okurla fazla ahbap olursanız yazı yazılmaz.
Yeşim Tabak ise, aynı havai dalga uzunluğunu tutturduğumuzdan olacak, böyle görünmekle birlikte aslında hep ‘orada olduğuma’ işaret etmiş, ‘cemaat insanı değil ama cemiyet insanı’ olduğumun altını çizmiş. Cemiyet deyince; zombi filmi ‘Ada- Zombilerin Düğünü’nün bir sahnesinde de rol alacaktım fakat o gece fırtına çıktı. Gidebilsem, filmin kimbilir hangi sahnesinde ısırılacak ve filmdeki en kıdemli kurban olacaktım. Çoğu yarı yaşımdaki kurbanların bir sürüsünü tanıyor olmak eğlenceliydi: ‘Aa, halay çeken kızla kocasını tanıyorum, sonradan zombi olan damat da meğerse...‘
‘Ada’nın en iyi tarafı, biraz tenha görünüşlü düğün sahnesini uzatmadan zombi saldırısını başlatması. Zombi saldırısının nedeni de hiç açıklanmıyor, böylece olay İstanbul’daki herhangi bir aksilik, trafik ya da domuz gribi gibi bir şey oluyor. Filmde, bizim dini korku filmlerindeki manevi açıklamalara da, Amerikan filmlerindeki John’la Mary’nin küçük oğulları Vincent’de tecelli eden (Protestan) musibet fikrine de katlanmak zorunda kalmıyoruz. ‘Ada’ daha çok zıvanadan çıkmış bir düğün videosunun cazibesine sahip. Bu nedenle de sinemayla ilgilenen yeni kuşakların sevdikleri ‘B filmi’ esprisine taze bir yorum. ‘Ada’ya ilişkin olarak bir ‘tür’den bahsedeceksek, yaşayan ölülerden çok, çoğu üniversite eğitimi görmüş, hayatta değişik yapmak isteyen genç profesyonel ya da yarı profesyonellerden bahsetmemiz gerekecek; filmin yapımına vs. katkıda bulunanlar da onlar. Bu çizginin, yakın bir gelecekte, muhtemelen giderek büyüyecek sermaye imkanları ve yapım alternatifleri ile yeni Türk sineması ‘lezzet’inin bir kısmına hakim olacağını tahmin ediyor ve sonuçları merak ediyorum.
Beyoğlu’nun çocukluğumun sinemalarını hatırlatan samimi sineması Majestik’deki Pazar 19:30 seansında, salonda perdede gördüğüm kurbanların canlı karşılıkları vardı ve filmin niyet ettiği esprilere gülüyorlardı. O grup Majestik’e pek rağbet etmez, daha önemlisi sıkı bir ‘alaylı damar’ın hüküm sürdüğü sinemamızda okumuş çocukların proje kıvamındaki işleri pek birebir karşılığını bulmaz. Bu bakımdan, sevdiğim ve tanıdığım kurbanların ötesinde, ‘Ada’yı ilginç bir başlangıç sayıyorum.

Her ‘yeni’nin yolu ‘eski’den geçer


28.01.2010 evrensel
aynur uluç


Dördüncü sayısıyla çiçeği burnunda Yeniyazı dergisinin ocak-şubat sayısı, bugünlerde elimde, vapur arkadaşım...
Derginin Atölye ismi verilen bölümünde her sayıda belli bir tema işleniyor. Bu sayıda atölye konusu olarak seçilen ‘Böcek’ teması, bence ilginç bir seçim. Konunun ne olduğunu okuduğumda Kafka’nın böceğinden hareketle olduğunu düşünmüştüm hemen. İlgili yazıların içinde tam da bu konuyu ele alan Nurdan Gürbilek’in imzasını görünce, o yazıyı en sona bırakmaya karar verdim. Atölye yazılarını okumaya başlamadan önce, okuyacaklarım keşke böceğin gerçek figürü üzerinden kurulmuş olmasa da, bu küçük canlıların insanla etkileşimi çizgisinde ve böceğin insan imgeleminde barındığı alana ilişkin yazılar okusam diye içimden geçti. Sonra Kafka’nın Kurt Wolff Yayınevi’ne, Dönüşüm isimli kitabı için kapakta böcek resmi kullanılmaması isteğini içeren yazısını okuyunca, garip bir birliktelik hissi taşıdım kendisiyle.
Atölye bölümü kapsamında okuduğum Tuncay Altınkaya’nın yazısı, düşündüğüm doğrultuda bir yazıydı. Böceği direkt olarak anlatmaktan ziyade, kendi ruh hali içindeki yerinde birleştiriyordu böcek olgusunu. Mehmet Siyah Kalem’in yazısı ise ne yalan söyleyeyim, okumakta zorlandığım ve sıkıldığım bir yazı oldu biçim olarak. Yazılırken de zorlama bir duyguyla üretildiği hissine kapıldım. Gonca Özmen, böcek temasına küçük küçük değiniler yapmış. Ansiklopedi bilgisinin şair dilinden oluşturulmuş birikimi gibiydi okuduklarım. Belli ki, emek verilmiş bir çalışma. Ama insanı bir sonraki kısayı okuma konusunda heveslendirmeyen bir araştırma arşivi yazısı gibi. Doğrusu, beni şaşırtan sürpriz bir bakış yakalayamadım içerikte. Gökhan Aslan’ın, Yönetmen Ümit Elçi’nin ‘Böcek’ isimli sinema filmine dair ince düşünülmüş dikkatli tahlilleri, severek ve ilgiyle okuduğum bir yazı oldu. Atölye’nin en önemli çalışmalarından birisi olmuş. “Böcek” isimli filmi izlemem gerektiğini aklıma yazdım ve bu yorumun, gerek sinemada sembol kullanımı, gerekse filme dair gözlemlerinin değeri bakımından saklanası bir yazı olduğunu düşünüyorum. Yönetmenin sinemada yaptığı şey, ancak böyle iyi analiz edildiğinde anlamlı oluyor.
Sancar Dalman, gövdesi böceklerle sarmalanmış yaşlı bir ağacın, kaybolan gençliğini yeniden yakalamak istercesine, kurumuş kollarıyla bir kelebeğe uzanışını anlattığı çizimi ile dosyada yer alıyor. Bir edebiyat dergisinde, atölye kapsamında bir konu irdelenirken, içinde konuya ilişkin şiir de mutlaka bulunmalı diyordum ki; karşıma Asaf Halet Çelebi’nin “Şehir” isimli şiiri çıktı. Ve sanırım, bir sonraki atölye teması olarak seçilen ‘Kutu’ fikrinin de doğuş noktasını oluşturuyor olmalı dergi yayın kurulunda. Çünkü önümüzdeki sayı, bu kez de kutu temasıyla tekrar yayımlanabilecek kadar iki çağrışıma da uygun bir şiir, Asaf Halet’in ‘Şehir’i. Bir şiirde iç içe geçmiş iki temayı görünce; ister istemez muhayyilede de birleştirerek kutuda böcekler düşünüyor insan. Ben de bir şiirime, ne tesadüf ki tam da şöyle bir dize ile başlamıştım, onu anımsadım:
‘Kutuya hapis sinek vızıltıları...’
Bu şiirin benden çıkış noktası, Salvador Dali’nin insan bedeninden fırlayan çekmeceleri konu alan bir tablosunu görmemdi. Dali sergisinde neredeyse eskiz gibi duran bu mini çalışma beni çok etkilemişti ve ‘Dallı Budaklı’ ismini verdiğim bir şiir yazmıştım eve döndüğümde. Her gizli çekmecemizde yeni bir sürgün veren dallı böcekli hallerimiz için.
Ve atölye bölümünde finale ayırdığım Gürbilek’in yazısı, biraz önce de söylediğim gibi Kafka’nın ‘Böcek’ini anlamak için Dostoyevski külliyatındaki böcek olgusu ile de zenginleşerek ilerleyen mükemmel bir yazı. Kuramsal deneme tarzıyla kaleme aldığı ayrıntılı değerlendirmelerinden tanıdığımız Nurdan Gürbilek’in Yeniyazı’da yer alıyor olması, dergi adına çok büyük bir zenginlik.
Tekrar atölyeye dönecek olursam, önümüzdeki sayı kutu konusunda dergide hangi yazıları okuyacağız bilmiyorum ama ondan bir sonraki sayının seçimi olan ‘Tüy’ teması, beni şimdiden merakla bekletecek kadar güzel bir seçim.
Sözü atölye ile açtım ama şunu da eklemek isterim. Hüseyin Peker’in geçen yılın şiir kitaplarına dair değerlendirmeleri oldukça kıymetli alıntılar içeriyor. Özel bir klasörde berceste mısralar topluyorum bir süredir. Bir anlamda dize koleksiyonu gibi. Bu arşive alabileceğim oldukça çarpıcı dizeler var Peker’in alıntıladığı kaynaklarda. Merak uyandırıcı bir yazı. İnsanı okumaya heveslendiren…
Ne güzel!..