yeniyazı
26 Kasım 2011 Cumartesi
Yeniyazı Şiir Kitapları
24 Ağustos 2011 Çarşamba
Boğaziçi Kitap Fuarı
15-21 Eylül Tarihleri arasında İstanbul Kongre Merkezi'nde gerçekleşecek olan fuarın konuk ülkesi Almanya. "Göç" temasının işleneceği bu fuarda yeniyazı dergisi de hazır bulunacak. Tüm okurlarımızı bekleriz. Ayrıntılı bilgili için üzerime tıklayınız.
18 Mayıs 2011 Çarşamba
Yeniyazı 10
17 Mayıs 2011 Salı
Entelektüelin “Ahmetmithat” Hali - Yalçın Armağan
[...]
Murat Belge’nin çokyönlü bir entelektüel olduğu bir malum-u ilam. Uzmanlaşmanın modern zamanların “yabancılaşma” biçimi olduğu kabul edilirse,tek bir alanla ilgilenmenin yaratacağı pek çok soruna dikkat çekilebilir. Her şeyden önce, uzmanlaşma nedeniyle kendini tek bir alanla sınırlayan “entelektüel”in, temel vasfını sorgulamak, yani entelektüel olup olmadığını tartışmaya açmak gerekir. Elbette bu konu yazının kapsamını aşıyor, ama kısaca çokyönlülüğün “entelektüel”i tırnak işaretinden kurtarmak için gerekli bir nitelik olduğunu söyleyip geçebilirim. Ancak kırk ambar yazarlığı ile çokyönlülüğü de birbirinden ayırmak gerekir. Kırk ambar yazarı, ilgisini çeken her konuda herhangi bir “yöntem”e bağlı kalmadan derleme yapmakla yetinebilir – ki Türkiye’de uzun yıllar gazete yazarından beklenen budur. Oysa çokyönlü entelektüel, birden çok alanla ilgilenmeye “yöntem”i ya da “kuram”ı nedeniyle ihtiyaç duymaktadır. Nihai noktada göstermek istediği büyük bir fotoğraf vardır.
Murat Belge özelinde, onun çokyönlülüğü kırk ambar yazarlığını aşar. Edebiyatla, siyasetle, magazinle, müzik tarihiyle ya da İstanbul’la ilgilenerek kendi bakışını dağıtırken, son noktada çıkış yaptığı yere döner. Bir dağılma söz konusudur, ama bu dağılma çıkış noktasını göstermeye devam eder. Murat Belge’nin yazılarına topluca bakıldığında, (özellikle Althusser’in ideoloji kavramından yola çıkarak) meseleri nihai noktada aynı yere bağladığı görülebilir.
Türkiye’deki “genel” ideolojinin farklı alanlardaki yansımalarını analiz eder ve bu sayede ideolojiyi görünür kılar. Türkiye modernleşmesinin en başından beri hep tepeden inmeci, özgürleştirici değil, tersine baskılayıcı niteliklerinin farklı alanlarda nasıl tezahür ettiğini gösterir. Bu nedenle de onun çokyönlülüğü bir kırk ambar yazarlığı değildir. Dahası, kırk ambar yazarlığının gerekçesi olarak sunulan hace-i evvellikten de uzak durur. Halkı aydınlatmak için her bahçeden meyve devşiren bir entelekteül olmayı değil, halkın ihtiyaç duymayacağı düşünülen konuları gündeme getirir. Zaten Murat Belge’yi de Türkiye’nin entelektüel tarihi açısından önemli kılan hace-i evvelliği seçmeyip, aksine halkın aydınlatılmasında seferber edilmeyen ve bu yüzden inceleme nesnesi olarak kabul edilmeyen konuları entelektüel bir mesele haline getirebilmesidir.
Murat Belge’nin yayımlanan ilk kitabı Tarihten Güncelliğe’de burada dile getirdiğim iddiaların hepsini, yani Murat Belge’nin çokyönlülüğünün kırk ambar yazarlığı olmadığını ve hace-i evvel konumuna yerleşmediğini açık biçimde görmek mümkündür. 1975 ile 1983 arasında yayımlanan yazıların derlenmesiyle oluşturan bu kitapta, “Çağdaş Mitler”, “Müzik-Arabesk-Fotoroman” ve “Gündelik Hayat, Magazin ve Söylemler” başlıklı bölümler Türkiye’nin entelektüel tarihi açısından hayli aykırı niteliktedir. Burada ele alınan konular, o güne kadar Türkiyeli “aydın”ın gündemi dışında kalmış, bir inceleme nesnesi olarak görülmemiştir. Entelektüelin tepeden belirlenmiş bir öznenin inşasını gerekli gördüğü ortamda, eğitimden geçirilmemiş kitlelerin yaşantıları “yoz ürünler” olarak inceleme dışı kalmıştır; çaba, incelenmeye değil, “dönüştürülme”ye adanmıştır. Örneğin arabesk, 1960’ların ikinci yarısından itibaren yaygınlaşırken cahil kitlenin “yoz zevki”nin ürünü olarak görülmüştür. Oysa bu kitabında Murat Belge, “Arabeski anladığımızda, kendimizi de daha iyi anlarız,” (409) der. Pek hoşlanmadığı belli olan bu müzik tarzının kültürel olarak neye işaret ettiğini anlamaya çalışmaktan geri durmaz. Bu yaklaşımıyla Belge, belirlenmiş bir kültürü halka öğretmekle görevli aydın modelinin yerine, halkın kültürünü anlamaya yönelen entelektüel modeline sahip çıkar. Tepeden belirlenmişliğin aşındırılmasına dönük bu bakış, Murat Belge’nin entelektüel çıkış noktasını oluşturur. Magazine bakarken de, gündelik hayata ait sayılanı incelerken de aynı bakışın farklı alanlara dağıldığı görülüyor. Bu bakış, Murat Belge’nin kırk ambar yazarı olmadan çokyönlü olmasını, hace-i evvellik yapmadan entelektüel kalmasını sağlıyor. Ahmetmithat imajının zorunlu olarak sahiplenildiği düşünülse de, aslında Murat Belge bu imajla çatışma içine girecek bir konumda duruyor. Dolayısıyla, kendini ahmetmithat imajı üzerinden kurgulamakta sakınca görmeyen Kemal Tahir’le ya da bu “çöl ortamı”nda ahmetmithatlıktan başka çare bulamayan Özdemir İnce ile Murat Belge’nin entelektüel tutumunun çatışma içinde olması kaçınılmaz. Murat Belge’yi Türkiye entelektüel tarihi açısından önemli kılan da onun ahmetmithat imajına sahip çıkmasından öte bu imaja barışık olanlarla karşıtlık içinde olmasıdır.
Yazıyı bitirirken başa, ahmetmithat imajını üç belirgin özellik üzerinden tanımlamaya çalışmama dönmek istiyorum: çalışkanlık, kırk ambar yazarlığı ile cisimleşen çokyönlülük ve halkı aydınlatma görevinin yansıması olarak hace-i evvellik. Yazıda bu imajın çalışkanlık özelliğinin üzerinde durmadım. Tek başına ele alındığında çalışkanlığın eleştirilebilecek bir nitelik olmadığını düşünüyorum, ama çalışkanlık ile kırk ambar yazarlığının keşişme noktasında “düşüncenin derinlik kazanması”na değinmek gerekiyor. Bu değinmeyi yine Murat Belge özelinde örneklendirip yazıyı sonlandırabilirim.
Kırk ambar yazarlığının sığlaşmayı beraberinde getirebileceğini ve çokyönlülük ile bu tür yazarlığı ayırmak gerektiğini söylemiştim. Gerçekten de bir “yöntem” ya da “kuram”dan hareket etmeden kırk ambar yazarlığına soyunmanın sığlaşmayı getirmesi kaçınılmazdır. Bu sığlaşmaya bir de çalışkanlık eklenirse, ortaya çıkacak toplamın entelektüel ayarının hayli düşük olacağını tahmin etmek zor değil. Türkiye’de özellikle gazete yazarlığına soyunmuş edebiyatçılarda, örneğin Peyami Safa’da, bu durumu görmek olanaklıdır.
Murat Belge özelinde bir entelektüel sığlaşmadan söz etmek mümkün olmasa da, tek bir konu hakkında bütünlüklü yazmamasının yarattığı “kayıp”tan söz etmek mümkündür. Murat Belge’nin bütünlüklü ilk kitabı Marksist Estetik’e bakıldığında bu kaybın yalnızca Belge açısından değil, Türkiye’nin entelektüel yaşamı açısından da yaşandığı söylenebilir. Doçentlik tezine dayanan ve yayımlanan ikinci kitabı Markist Estetik kitabında Belge’nin bütünlüklü bir kitap yazdığında meseleyi ortaya koymakta gösterdiği maharete bakınca, derleme kitaplarıyla neyin kaybedildiği çok açık biçimde görülür. Oysa “hayata bir edebiyatçı olarak başladığını” (Bir Hayat…, 74) söyleyen Belge’nin, özellikle, edebiyatla ilgili yapıtları, bütünlük içinde krugulanmış kitaplardan daha çok derlemeler niteliğinde. Belge, edebiyat bağlamında ikinci kitabının, yani Marksist Estetik’in yolundan değil de, ilk kitabı Tarihten Güncelliğe’nin yolundan yürümeyi tercih ediyor ya da gazete yazarlığı, üniversitede hocalık görevi gibi yoğun işleri nedeniyle bu yoldan yürümek zorunda kalıyor. Bu durum onun -kendi tanımıyla- “public figure” olmasını ve bu sayede düşüncelerinin daha geniş bir alanda yankı bulmasını sağlarken, aslında bütünlüklü kitapların “önünü tıkaması” nedeniyle Türkiye’deki edebiyat eleştirisi açısından bir kayba dönüşüyor.
16 Mayıs 2011 Pazartesi
27 Şubat 2011 Pazar
Hüseyin Ferhad Söyleşisinden Kısa Bir Bölüm
Can H.Türker- Sizde olduğu gibi Asaf Hâlet Çelebi’de de Doğu imgesi çok güçlü. Ayrıca mistik bir şair olduğunuz da söylenir. Sizin Doğu’nuzla Asaf Hâlet’in Doğu’su nerde kesişiyor? En azından siz ondaki Doğu imgesine bir yakınlık duyuyor ve kısmen de olsa şiiriniz için ‘mistik’ nitelemesini uygun buluyor musunuz?
İkinci Yeni, şiirimizde bir köşe taşı kabul edilir. Ama siz yazmaya ilk başladığınız yıllarda İkinci Yeni’yi hayattan kopuk olmakla, aldatıcı olmakla suçladınız. Öte yandan bir röportajınızda İkinci Yeninin ‘70 Kuşağınca anlaşılmadığını da söylüyorsunuz. Bunu geriye dönük bir özeleştiri mi kabul etmeliyiz?
Şiirinizle ilgili çeşitli dönemlendirmeler yapılıyor. Sabit Kemal Bayıldıran birinci döneminizi ‘sosyalist gerçekçilik’, ikinci döneminizi ‘boşlukta gezinme’, üçüncü döneminizi de ‘milliyetçilik’ olarak belirliyor. Böyle bir dönemlendirmeyi şiirinizin ya da kişisel dünya görüşünüzün tarihi açısından uygun görüyor musunuz?
– Georges Politzer’in Felsefenin Temel İlkeleri’ne bakarak yapılan tasnif ancak bu kadar olabilir.
Türkiye’de darbelerin yol açtığı siyasî kırılmalar hem Türk şiirinin genel seyri açısından hem de kimi şairlerin bireysel serüvenlerini açıklama açısından temel olarak alınır. Gerçekten sizin şiirinizde de bu tür siyasî kırılmalar etkili oldu mu? Bir de bu açıklama tarzının uygunluğunu tartışır mısınız biraz?
–12 Eylül dahil hiçbir siyasî müdahale, askerî darbe Türk şiirinin paradigmasını, genel seyrini değiştirememiştir. Tevfik Fikret istibdat döneminde de, II. Meşrutiyet’te de aynı şiiri yazmıştır. Ahmet Haşim, Yahya Kemal II. Meşrutiyet’te de, Cumhuriyet’in ilanından sonra da aynı şiiri yazmışlardır. Benzeri şey Nâzım Hikmet, Ahmet Muhip, Orhan Veli için de geçerlidir. Cahit Külebi, Ahmed Arif, Behçet Necatigil, Attilâ İlhan, İkinci Yeniciler için de. Ancak hiçbir şairin serüveni, hatta akıbeti, bu çalkantıların dışında tutulamaz. Tutuklamalar, Sivas katliamı, intiharlar, işten el çektirmeler, alkolizm; her şair bir biçimde şiirinin diyetini ödemiştir. 12 Eylül ‘80 Sonrası Şiir’in miladıdır, evet. Bu tarihe bakarak bu dönem şiirini “dikta şiiri” saymak budalalık olur. Attilâ İlhan’ın Garip’i “İnönü diktasının şiiri”, İkinci Yeni’yi “Menderes diktasının şiiri” sayması gibi bir boşboğazlık. Korku beşerî bir duygudur. Anlık, günlük veya dönemseldir. ‘90’lı yıllarda (ki en önemli eserlerini bu yıllarda vermiştir ‘80 Kuşağı) bir korku silsilesinden elbette söz edilemez. Olsaydı, zaten yazılırdı. Genç kuşak daha ziyade İkinci Yeni’ye bakarak Türk şiir antologyasını dizlerine sermiştir, tekmil şiir antologyasını. Keyfiyet bundan ibarettir.
Kuşkusuz bu yanıtınız bir belirlenimciliğe itirazı içeriyor haklı olarak. Ancak darbeler ya da meşrutiyet, cumhuriyet gibi toplumsal hayata ciddi etkisi olan siyasi olaylar şiir paradigmasını belirlemediyse nasıl açıklamalıyız şiirsel paradigmanın oluşumunu, seyrini?
– Siyasal, toplumsal değişimler dönemin şiirini etkilemez mi? Şair de nihayet “bir insan”dır, toplumun bir üyesi. Acıtılanı, uykusu kaçırılanı… Mamafih konu, içerik şiirin sadece bir öğesidir. Biçimin önemini tartışacak değilim şimdi. Esinin, zekânın, sezginin neliğini. Şiir elbette siyasal tarih üzerinden okunabilir. Veya tam tersi: Şairin siyaset algısı, duruşu, toplumsal sorunlara ilgisi tartıya, metreye vurulabilir. Şiirin değerler dizisi başka bir şeydir ama. Bizatihi kendisidir, kendi dinamikleri. Bana göre, örneğin bir Behçet Necatigil’in, Turgut Uyar’ın, Attilâ İlhan’ın Divan şiirine ilgisi, poetikalarını 2000’li yıllara sıçratmıştır. En gençlerin üstüne.
Sanrım sizinle ilgili en olumsuz eleştiri Adnan Satıcı’dan geldi. “Taç Giyme Töreninde Skandal” adlı yazısında, ki yazının başlığı bile kinayelidir, şiirinizin poetik niteliğiyle ilgili değil, ama zihniyet dünyası ile ilgili ağır eleştiriler yöneltiyor. Sizi ırkçı, milliyetçi ve yayılmacı bir şair olarak okuyor. Bu okumasını,
“Turan fikri gözlerimi kamaştırır”
“Şu mancınıkla fırlat
eski zamanlara beni
Turan adında bir ülkenin
Payitahtına”
“Şu mancınıkla fırlat
eski zamanlara beni
Turan adında bir sultanın
tahtırevanına.”
gibi dizeleri, dörtlükleri alıntılayarak da gerekçelendiriyor. Şiirinizdeki bu tarz imgelemleri Satıcı’nın tam tersi yönünde okuyan eleştirmenler de oldu. Ancak çok önemsediğim bu hususu biraz deşmek istiyorum. Satıcı, sizde sosyalist ve Türkçü, ateist ve Müslüman, Marksçı ve halis bir Batı karşıtı, işgalci ve mazlum vb. zıt şeylerin aynı şiir ruhunda buluşup kaynaşmayı denediğini; yine sizin hem “ilerici” hem de cumhuriyetin ideolojisiyle sorununuz olduğunu, ama cumhuriyeti kuran kadroların millî mücadele gayreti karşısında da aşka benzer bir heyecan duyduğunuzu söylüyor. Öte yandan, “kültürel ilgi anlamında, sanırım, kuşağımızın en demokratik şiirini yazdı Hüseyin Ferhad” diyor. Ancak burada ben bir iltifat sezmiyorum. Aksine, sizin belli bir duruşunuz olmadığını, açıkçası hem zalimi hem mazlumu oynadığınızı ima ediyor. Şiir dilinizin de epikten öte şedit bir dil, yani bir şiddet dili olduğunu; dahası mazlum halklar retoriğine, ki bu solun temel retoriklerinden biridir, yüklediğiniz içli anlamla kolay kolay bağdaştırılamayacak arkaik bir yayılmacılığa özlem duyduğunuzu söylüyor. Şiirinizle ilgili bu iddialara ne diyeceksiniz? Şair Hüseyin Ferhad “Barbarlığının gerekçesini mazlumluğunda” arayan biri midir, kimdir o?
– Behçet Necatigil’in “Kitaplarda Ölmek”ini bilirsin. Akla ziyan şiirlerdendir. Ne zaman okusam içimi titretir: “O şimdi kitaplarda/ Bir çizgilik yerde hapis,/ Hâlâ mı yaşıyor, korunamaz ki,/ Öldürebilirsiniz.” Öldürebilirsiniz onu, evet. Ama öldürdüğünüz sadece sizin şair algınızdır. Size ait Behçet Necatigil imgesi. Adnan Satıcı ardında nidalar, arkadaş ıslıkları bırakarak uçmağa varmıştır. Poetik kaygılarını, izlenimlerini seslemekten de imtina etmemiştir. ‘80 Sonrası Şiir politik bir problematik olarak pek tartışılmamıştır; tutarlı veya çelişik, takdir Tarih’e aittir, Adnan Satıcı’nın mezkûr yazısı bu mealde bir çalışmadır. Benzeri bir makale de Yaşar Güneş yazmıştı: Adam Sanat’ta, 1996’da. Dediğim gibi, şairin kendine ‘dışardan bakma’, şiirinin önünde durma, yorumlara, eleştirilere derkenar çıkma hakkı yoktur. Hiç değilse benim indimde.