10 Aralık 2010 Cuma

Afyonun Keyfi

5 Temmuz 1903 tarihli Le Petit Journal gazetesinin kapağı


İlk defa afyon alalı öyle uzun zaman oldu ki, hayatımdaki sıradan hâdiselerden biri olsaydı aradan kaç yıl geçtiğini bile hatırlamıyor olabilirdim: Lâkin esaslı hâdiseler unutulmuyor; irtibatlı diğer olaylar sâyesinde de bunun 1804 sonbaharına tesadüf ettiğini hâlen hatırlayabiliyorum. Bahsi geçen mevsimi mekteb-i âlîye başladığından beri ilk kez geldiğim Londra’da geçirmiştim. Afyonla tanışmam da şu vesîleyi müteâkıben vuku buldu. Daha küçük yaşlardan itibâren kafamı günde en az bir defa soğuk suyla yıkamaya alışmıştım: Ânîden dişim ağrımaya başlayınca da bunu alışkanlığıma gayri ihtîyâri bir şekilde ara vermemin sebep olduğu laçkalığa hamlettim ve yataktan fırladığım gibi kafamı bir tas soğuk suyun içine daldırdım; sonra da saçım ıslak vaziyette tekrar uykuya daldım. Gayet tabiî ertesi sabah başımda ve suratımda dayanılmaz romatizma ağrılarıyla uyandım ve neredeyse yirmi gün boyunca hemen hiç aralıksız devâm eden korkunç bir eziyete mâruz kaldım. Hatırladığım kadarıyla yirmi birinci gün, günlerden de pazardı, sonunda kendimi sokağa attım; gayem belli bir yere gitmekten ziyâde, şâyet mümkünse bu eziyetten kaçmaktı. Tesâdüfen karşılaştığım ve okuldan tanıdığım biri bana afyon almamı tavsiye etti. Afyon! Akla hayâle sığmaz keyif ve eziyetlerin korkunç fâili! Ondan bir kudret helvası ya da âb-ı hayat gibi bahsedildiğini işitmiştim fakat hakkında başka hiçbir şey bilmiyordum: O vakit ne kadar da mânâsız bir kelimeydi bu! Halbuki şimdi ne hazin anıların canlanmasına sebep oluyor! Kimi kederli kimi mesut pek çok hâtıra nasıl da yüreğimi sarsıyor! Bu hâtıraların da etkisiyle bir an için de olsa bana Afyon Tiryakileri Cenneti’nin kapısını açan (onun alelâde bir ölümlü olduğunu farz edersek) şahısla ve bu hâdisenin yeri ve zamanıyla alâkalı en ince ayrıntının bile kutsal bir önem taşıdığı hissine kapılıyorum. Yağmurlu ve sıkıcı bir Pazar günü vakit öğleden sonrayı bulmuştu: Şu bizim seyyârede de yağmurlu bir pazar günü Londra’da oluşan manzaradan daha kasvetli bir temâşâya rastlamak mümkün değildir. Evime dönmek için Oxford Sokağı’nı katetmem gerekiyordu; tam (Bay Wordsworth’ün onu onu lütufkârca yâd ettiği sıfatla) “muhteşem Panteon’un” yanından geçiyordum ki bir eczane gördüm. Eczacı – sunduğu ilâhi keyiften bîhaber bir râhip! – sanki bu yağmurlu pazara nispet yapar gibi bir pazar günü herhangi bir eczacıdan beklenebileceğinden de daha ruhsuz bir şekilde alık alık bana bakıyordu: Afyon tentürünü ricâ ettiğimde de sanki sıradan bir iş yapıyormuş gibi onu önüme bırakıverdi: Hattâ bir de kendisine verdiğim şilini aldıktan sonra bana bildiğimiz ahşaptan yapılmış sıradan bir çekmeceden çıkardığı ve bildiğimiz bakırdan yapılmış gibi görünen yarım penilik bir sikke iâde etti. Mâmâfih, sıradan bir insan olduğuna dair taşıdığı tüm bu alâmetlere rağmen bu adam, tâ o günden beri benimle alâkalı husûsî bir vazîfe ifâ etmek üzere yeryüzüne gönderilmiş ölümsüz bir eczacının aziz hayâli olarak zihnimde yer etmiştir. […]

Odama döndüğümde hiç vakit kaybetmeden tavsiye olunan miktarı aldığım tahmin edilecektir. Hâliyle afyon istimâlinin bir sanat olduğundan ve bu sanatın sırlarından tamamen bîhaberdim: Aldığım kadarını da çoğunu ziyân ederek aldım. Lâkin alacağımı da aldım: – Aradan bir saat geçmemişti ki, of! aman! Nasıl da ihyâ oldum! Ruhum hapsolduğu derinliklerden nasıl da göklere yükseliverdi! İçimde nasıl bir kıyâmet koptu! Ağrılarımın geçmiş olmasının artık benim için hiçbir ehemmiyeti kalmamıştı: – Bu menfi tesir, keşfettiğim muazzam müspet tesirin içinde – bu vesîleyle ânîden karşıma çıkan ilâhî zevk kuyusunun derinliklerinde kaybolup gitmişti. Bu bir devâ-yi küll, yani insanın her derdine devâ olabilecek bir idi: Feylosofların eski çağlardan beri hakkında münâkaşa edip durduğu mutluluğun sırrını bir anda keşfettim: Artık onu bir peni karşılığında satın alıp yeleğimin cebinde taşıyabilirdim: Yahut bu saadeti bir pintlık bir şişeye sığdırıp her yere götürebilirdim: Hattâ posta arabasıyla galon galon huzur dağıtmak bile mümkündü. Lâkin ben böyle konuştukça okuyucu alay ettiğimi düşünecektir: Ona temin ederim ki, afyonla haşır neşir olan hiç kimse uzun süre gülemez: Onun verdiği keyfin bile ciddî ve vakur bir mâhiyeti vardır; afyon tiryakisi en mesut ânında dahi l’Allegro bir kılığa bürünemez: O esnâda bile söyledikleri ve düşündükleriyle tam bir Il Penseroso’ya dönüşmüştür. Vâkıa, ben zaman zaman kendi perîşanlığımla hayâsızca alay etmeden duramam: Daha kuvvetli hislerin ağır basarak buna mâni olduğu durumlar hâricinde de korkarım bu zevk ve cefâ vakayinâmesinde dahi bu edepsiz cürümü işlemeye devâm edeceğim. Okuyucunun bu husûsta hastalıklı ruhuma biraz müsâmaha etmesi gerekiyor: Buna benzer birkaç iptilâ alâmeti haricinde de aslında hiç de cıva gibi olmamasına ve hatâlı bir şekilde farz olunduğu üzere mahmûrluk verebilmesine rağmen afyon gibi bir mevzûu umarım kimsenin uykusunu getirmeden lâyık olduğu ciddiyetle ele almaya gayret edeceğim.


Thomas de Quincey, Bir İngiliz Afyon Tiryakisinin İtirafları, çev. Batu Boran, Türkiye İş Bankası Yayınları, 2008, s. 53-60. Metinde, kitaptaki özgün yazım aynen korunmuştur.[yeniyazı’nın notu.]

Blogta yayınlanan bölümün devamını yeniyazı'nın 8. sayısından ve elbette Quincey'nin kitabından okuyabilirsiniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder